29.12.2009

Halkalı'daki Aşura Meydanı'nı sabahın ilk ışıklarıyla birlikte dolduramaya başlayan binlerce Caferi, Kerbela'da şehit edilen Hz. Muhammed'in torunu Hz. Hüseyin ve 72 kişiyi gözyaşları içinde andı. 

Bu yıl ben de naçizane fotoğraflamaya çalıştım anmayı. Kişisel yorumumu eklemeden, sadece fotoğraf ekliyorum.




8.10.2009

Ve zaman durdu

Dünyanın en ünlü ve ödüllü savaş fotoğrafçılarının, ödül aldıkları fotoğraftaki ‘anı’ ve yaşadıklarını anlattıkları ‘Ve Zaman Durdu’ Programı, her Cumartesi ve Pazar gün boyu TRT-TÜRK’ de ekrana geliyor... 
 
Online izlemek için:

3.10.2009

İLK SAVAŞ FOTOĞRAFI


Bir süredir ailemin İstanbul'a gelmeden önce yaşadığı Kırım hakkında bilgi toplamaya çalışıyorum.(Hikâye bana çok ilginç geliyor ve romanlaştırmak istiyorum. Uzun yıllardır aklımda olan bir proje ve artık ciddi ciddi çalışmaya başladım üzerinde.) Tarih çok eski olunca geniş ve aydınlatıcı kaynak bulmak da zorlaşıyor ne yazık ki. Nerden, nasıl ve niçin geldiği artık hatırlanmayan-belki de hiç konuşulmamıştı, bilemiyorum-tahta kutuda kutsal bir emanet gibi saklanan ipek böceği kozalarının sırrını sanırım çözdüm. Üstünde yüzyılların kiri pası birikmiş, rengi kararmış bu kozalar, ailenin ipek böceği kozası yetiştiriciliği yaptığını düşündürdü bana. 1798 yılını araştırdığımda rastladığım az sayıdaki kaynaklardan birinde, Kırım'da ipek böceği kozası yetiştiriciliğinin yaygın olduğunu okudum.

Araştırdıkça konu dağılıyor ve ilgimi çeken bir ayrıntının peşine takılıp gidiveriyorum. Bir gram bal bulmak için daha kaç çuval keçiboynuzu yemek zorunda kalacağımı da merak ediyorum açıkçası.

Bazı tesadüfi icatların dünyanın tarihini nasıl değiştirdiğini öğrendim bu didiklemelerim sırasında. Mesela; dikenli tel! Bir köylü, arazisine yaban domuzu, sansar vb. gibi hayvanlar girmesin diye tarlasının etrafını dikenli bitkilerle çeviriyor. Bu zaman içinde bugün de kullandığımız dikenli tel üretimine örnek oluyor.

Dikenli tel dünya tarihini nasıl değiştirdi peki?

Tabii ki değiştiren o değildi. Dikenli telleri aşmak için icad edilen tanklar değiştirdi dünya tarihini. 1. ve 2. dünya savaşlarında kullanılan tanklar haritaların yeniden çizilmesine neden oldular.

Daha önce icad edilen tekerlek gibi tanklar da savaş aracı olarak kullanılmıştır. Daha pek çok icad gibi.

Ama bir icad var ki, o, tam tersi savaşa hizmet etmeyip, savaşın gerçek yüzüyle tanıştırmıştır insanlığı. O da fotoğraf makinasıdır. Yine, Kırım hakkında bilgi kırıntılarını toplamaya çalışırken rastladım bu bilgiye. Bilinen, çekilmiş ilk savaş fotoğrafı Kırım Savaşı'na aitmiş.








İngiliz fotoğrafçı Roger Fenton, Kırım'da savaşmak için bulunan İngiliz ordusuyla birlikte gelmiştir bölgeye ama onun silahları farklıdır. Kağıdı, kalemi ve fotoğraf makinasıdır silahları. Ha, bir de içinde karanlık odasının da olduğu atlı arabası vardır Fenton' un. 

İşte Kırım Savaşı fotoğrafları:

 
 

Dipnot: Fenton' a sponsor olan şirket, gerekli parayı koşullu olarak vermeyi kabul etmişti. Koşulu da şuydu: Savaşa katılan İngiliz askerlerinin ailelerini korkutacak, üzecek gerçek savaş görüntüleri çekmeyecekti. Bu koşula uymaya çalıştığı için savaşın gerçek yüzünü yansıtmayacaktı üç ayda çektiği 360 fotoğraf ama yine de çekilen ilk savaş fotoğrafları olması gerçeğini değiştirmeyecekti. Belki de bunu yapamamanın ezikliğindendir, Fenton' un İngiltere' ye döndükten sonra gerçek mesleği olan avukatlığa dönmesi ve ömrünün geri kalan kısmında sadece manzara fotoğrafları çekmesi; kimbilir...







18.09.2009

Düşmeyen Asker!

1936'dan bugüne "düşmeyen/düşürülemeyen asker"

Federico Borell Garcia ve Robert Capa, eğer İspanya İç Savaşı olmasaydı büyük olasılıkla birbirlerini tanımadan ölüp gideceklerdi.

"Federico Borell Garcia ölürken ölümsüzleşmişti ama İspanya da hiçbir resmi belgede ölüm kayıdına rastlanmayacaktı. Federico doğmuş ama hala ölmemişti,tıpkı resmi gibi ,tıpkı resminde ki asil asi gibi..." (Bekir Bülend Özsoy)

Federico Borell Garcia, Capa' nın çektiği fotoğrafta-adı her ne kadar "düşen asker" olarak bilinse de-düşmüyor. O pozisyonda fotoğraflanmış olması aslında çok manidar. İspanya Devrimi kanlı olarak bastırıldıysa da pek çok kavram dimdik ayakta. Garcia' nın fotoğraftaki pozisyonu rahatsız ediyor aslında alttan alta bazı ideolojik oluşumları. O düşmedikçe ezilen halkların direncinin kırılamayacağı, her an tetiklenebileceği paranoyası her daim onların bilinç altında var olacak çünkü. O nedenledir "düşmeyen asker"i "düşen asker" e evirme çabaları...

Konuyla ilgili genel anlamdaki düşüncelerim:

Fotoğrafçının durduğu yer!
 

Savaşlarda en az iki taraf vardır savaşan. Bu nedenle savaş fotoğrafçısının durduğu yer daha fazla anlam ve önem kazanıyor. Yazınızı okurken aynı dönemlerde yine İspanya'da, Katalonya'da doğan ünlü ressam Dali geldi aklıma. İspanya iç savaşının Bunier gibi, Lorca gibi en yakın tanığı olan Dali, tercihini ne yazık ki faşizmden yana kullanmıştır. Franco, İspanya'daki devrimi çok kanlı bir biçimde bastırdığında, belki de Franco' yu alkışlayan tek İspanyol odur. Fırçasını, faşist katil Franco' nun akıttığı kanlarla beslemiş, yakın arkadaşı Lorca'nın Franco' nun askerleri tarafından kurşuna dizilmesi bile onu inancından döndürmeye yetmemiştir.

Emperyalizm, Dali gibi düşünen sanatçıları kullanarak, onlara üstün payeler vererek faşizmi aklamaya çalışmıştır sürekli. Bir dereceye kadar başarmıştır da. Ya maazallah Dali veya onun gibi hastalıklı düşünenler fotoğrafçı olsaydı ve İspanya iç savaşını fotoğraflasaydı diye geçti aklımdan. Tarih başka türlü yazılırdı sanırım. İspanya' da ölen bir milyona yakın insan boşuna ölmüş olurdu belki de. Belki asi, bozguncu, talancı eşkıya olarak anılırlardı.

Ünlü fotoğrafçı James Nachtwey; "savaş fotoğrafçısı iki şekilde çalışabilir; tarafsız bir kayıtçı olarak ya da partizan bir tarihçi olarak. “Savaş karşıtı bir fotoğrafçı kurbanların yanındadır” der Nactwey. Ona göre Fotoğrafçının görevi “istatistikleri somutlaştırmak, ideolojik meşrulaştırmaya karşı çıkmak, ölümün ve acıların izlerini, savaşı uzaktan izleyenlerin, özellikle de kişisel bir tehdit hissetmeyenlerin yüzüne vurmak, dünyaya sesini duyuramayanlar için aracılık yapmaktır" der.

Wietnam Savaşı' nı fotoğraflayan Christine Leroy' un peşpeşe çektiği üç kare vardır. (Aslında dört karedir)

http://img37.imagefra.me/img/img37/2/9/15/jelya/f_nxpwfm_7fc5623.jpg

Hiç kuşkusuz onlar da savaşın acımasızlığını ciddi biçimde vurgulayan fotoğraflar. Ancak Leroy bir röportajında: "Biz askeri uçaklara bindik, operasyonlarda helikopter saldırıları yaptık, her zaman her yere birliklerle birlikte yürüdük" der. Yani "kurban" ın yanında olmadığını açık ve net biçimde ifade eder.

Bu cepheden bakınca Capa' nın, "Düşen asker" fotoğrafının kurgu ya da gerçek olmasının çok önemi kalmıyor gözümde. Fotoğraf kurgu mu bilmiyorum elbet ama nasıl ki edebiyatta, özellikle şiirde "imge" varsa ve fotoğraf da amacına ulaşmışsa kurgu olmasında hiçbir mahsur yok yine bence. Her olayın koşulları içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunuyorum. Capa' da, faşizmin gerçek yüzünü, savaşın acımasızlığını o günden bugüne, "düşen asker" fotoğrafıyla aktarabilmişse izleyene, yaptığı mübahtır diye düşünüyorum. Hele ki faşizmin her türlü oyununa, vahşetine karşı kurgulanmışsa bu görüntü, kötüye karşı bir “oyun”sa, gözümde daha da değerli oluyor; varsın belgesel kategorisinde olmayıversin. Zaten insanlık bir fotoğraf karesi diye kategorize etmiyor artık; faşizme karşı topyekün direnen onurlu bir halkın bayrağı olarak görüyor. İnsanın özgürlüklere özlemi ve düşkünlüğünden olsa gerek… Şu an aklımdan “çokça hangi halklar bu görüntülere değer verir, sahiplenir?” sorusu geçti. Üstünde biraz düşününce cevapladım kendime: “Sömürüden, kandan, açlıktan, barut kokusundan, ölümlerden, ayrılıklardan yorulmuş halklar Ümran” dedim. Ne çok arzularım bu fotograflara bakmayı tenezzül etmeyen bir dünyayı… Bu tür görüntülerin “yalan” olma durumunu…

"Faşistlerin tüm çabasına rağmen Capa'nın "Düşen Asker" fotoğrafı, hiçbir zaman bir yenilgi sembolü olarak algılanmadı. Üstelik yalnızca faşistlerin gücüne direnen cumhuriyetçilerin kahramanlığının sembolü olmakla kalmadı, bütün dünyada sağcı, faşist iktidarlara karşı verilen özgürlük mücadelesinin sembolü haline geldi. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç, Capa'nın amaçlarına da uygundur ve onun görüşlerini doğrulamaktadır:

"Gerçek, en iyi görüntü ve en iyi propagandadır." (Mehmet Özer)

8.09.2009

Karnıyarık-Salıncak-Otoportre Üçlemesi

Aile büyükleri bir araya geldiğinde, neden hep benim küçükken ne çok yaramaz olduğum gündeme gelir hâlâ anlamış değilim.

Yok ikide bir yakınımızdaki okulun çeşme yalağına girermişim üstümle başımla da konu komşu “sudan çıkmış sıçan” gibi getirirmiş eve, yok kümesteki tavukların yumurtalarını kırıp içermişim, yumurtaları kümese dadanan gelincik halletti sanırlarmış, yok ev misafir doluyken divanın altındaki sepeti çekip orta yere döker utandırırmışım ev halkını, yok masa örtüsünün, yatak örtüsünün ve bilumum işlenmiş ne varsa, makasla, işlenmiş çiçeklerini kesip çıkartırmışım, yok benden 15 ay küçük kardeşimi doyurmak için ağzına üzüm doldurmuşum ölüyormuş çocuk ve daha neler neler…

Şimdilerin “oyun bahçesi” denen kafesinin büyük boyundan yaptırtmış babam marangoza sonunda, 2 metreye iki metre. Altına da ince bir yatak diktirmişler pamuktan ve oraya hapsetmekte bulmuşlar çözümü. 
 
Okan’ ın “otoportre” başlıklı konusunun altına eklendiğimden beri aklımda dolaştırdığım salıncak mevzuu vardı. Sonki toplanmada dayanamadım sordum:

-Hiç aklınıza gelmedi mi bahçedeki ağaçlara bi salıncak kurmak?

Annem hemen atladı.

-Evde vardı salıncağın. (Çingene beşiğinden söz ediyor) Düşmeyesin diye bağlamıştım üstelik ama yine de nasıl becerdin ettin masanın üstüne düştün. Hem de ocaktan yeni indirdiğim karnıyarık tenceresinin üstüne. Yüzün fiske fiske kabardı sandım, ödüm koptuydu. Kaptığım gibi kapı komşumuz Feride hanıma koşturdum. (Feride hanım da veteriner bu arada, onu da belirteyim) Meğerse yüzündekiler yemeğin soğanlarıymış da rahat bir nefes aldık. Bi daha mı salıncak; tövbe!

Karnıyarık soğanları, yani benim salıncağa binmeden büyümemin müsebbibi. Suçlu bulundu sonunda:) (“Müsebbib” deyince aklıma nedense, eni, boyu, yüksekliği nerdeyse eşit olan “Osmanlıca” sözlüğüm geldi. Mesajım gideceği yeri bilir:)

-Peki Van’da ya da İstanbul’a geri dönünce neden gelmedi aklınıza, diye sorduğumda da alacağım cevabı biliyordum az çok. Yanılmadım:

-Van’da kardeşin doğdu, öldü, biliyorsun. Onun hastalığı ve ölümünden sonrasında aklımıza bile gelmedi ki. İstanbul’a döndüğümüzde de okula başladın hemen, büyümüştün artık!

Tam burada, bi daha yazmaya üşendiğim için Okan’ a yazdığım yorumu eklemek istiyorum:

“Van Gogh, yakın arkadaşı Paul Gaugin'le araları açılınca kulağını kesmiş(Bir rivayete göre Gaugin' in Van Gogh'a ders vermek için kestiği de söylenir)ve sarıp sarmaladıktan sonra da hemen aynadaki görüntüsünü tuvale aktarmaya başlamıştır.Kulağı hocanın kavuğu gibi sarılı ve acı çekiyorken kendi yüzünün resmini yapması, elbette ki ilerde Gaugin'e gösterip:"Bak ben senin yüzünden ne acılar çekmiştim, hain!" demek için değildi.

Peki nedendi?

Van Gogh, yazılıp çizilenlere göre rahatsızdı ve gel-gitler yaşıyordu. Hayatının bir döneminde, her biri diğerinden özgün otoportreler yapması da gerçeği/özünü aradığını fısıldıyor sanki. Zaman geçiyor ve zamanın her diliminde rusal durumu farklılıklar gösteriyor. Peki, zamana rağmen değişmeyen/değişime direnen bir ayrıntı var mı? Bir çeşit arayış yani.

Yine bir ressam. Adı aklıma gelmedi. Çocukken çok ağır hastalıklar geçiriyor. hem bu hastalıklar ve hem de sonrasında geçirdiği kazadan dolayı ciddi ve kalıcı hasarlar oluşuyor bedeninde. Tarifsiz acılar, ağrılar çekiyor sürekli. Yaptığı bir resimde, kendisini, avcıların oklarla delik deşik ettiği bir ceylan olarak tasvir ediyor. Ceylan, avcılar, oklar...Açılımları kitap yazdırır.

İzlenimcilik ve dışavurumculuk resimde olduğu gibi fotoğrafta da kullanılan akımlar, biliyorsun Okan.
 

Otoportre dışavurumdur.

(Tabii ki, "vesikalık" fotoğraftan öteye gitmeyen, duygusu, anlatısı, düşündürücülüğü, kısaca derdi tasası olmayan otoportreleri kastetmiyorum.Onlar olsa olsa insanın doğasında olan, bazılarının bastırdığı bazılarının ise dibine kadar kullandığı teşhirciliğin aktarım biçimi olabilir ancak.


Otoportre;
iç hesaplaşmanın,
insanın bazen kendisiyle bile paylaşmadığı, bilinçaltındaki korkularının,paniklerinin, hatta sevinçlerinin,
fantazilerinin,
vs.
dışavurumudur.


Kendimden biliyorum. Çocukken, benle konuşan "korku çiçeklerim" vardı. Aileyi Merkez Efendi'deki hocayla psikiyatr arasında kararsız bırakan, hatta bölen çiçeklerim :)Hala arada kokularını duyarım görmesem de. Çok didikledim, öyle bir çiçek yok bu coğrafyada. AMA VARDILAR! Şiddetle çekmek istediğim bir konu bu ayrıca...


Dışavurum, sadece kendi suretindeki aktarımla da olmuyor, sen de iyi bilirsin.


İstanbul'da doğdum ama 5 yaşıma kadar Sakarya ve Van'da yaşadım. İstanbul' a döner dönmez de okula yazdırıldım. Hiç salıncağa binmeden geçen beş yıl. Sonrasında okumanın büyüsünün salıncağa galip geldiği dönem. Darbe öncesi, darbe sonrası derken büyüdük ve salıncağa binecek yaşımız geçti.(2 yıl önce Antalya'da bindim salıncağa bu arada:)
Neyse.

Fotoğraf çekmeye başlayana kadar, hatta, şu parklardaki kırık, zinciri kopmuş salıncakları fotoğraflayana kadar rahattım. Sonrasında kendimi sorgulama dönemim başladı. Sorgulama sonrasında yüzleşme.

Tek bir karem var sağlam salıncak ile. Onda da model yok. O an için modelli çekme olanağım vardı ama çekmedim. Sanırım o salıncağa kendimi oturtmak istedim. Onun için boş olmalıydı!

Konu uzun zaman dar Okan, çalışmam lazım...Şimdilik bu kadar:)

13.08.2009 16:52 “

Ve, tamamını okumak isteyen için linki: İNSAN VE İMGE
                                                                                                                                                                                                                                     


2.09.2009

 
"Kedinin içinde bir kuş var. Kedilerin yüreği kuşüzümü kadar, küçük, büyük bütün kedilerin.
Küçücük bir kediyi elinize aldığınızda, yalnızca onun kuşüzümü yüreğini değil, korkusunu da hissedersiniz. Kedilerin korkusu insandan, köpeklerin, kuşların korkusu insandan, insanın korkusu insandan." Haydar Ergülen

İnsanla yaşamayı seçtik gönüllü olarak. Evler bahçeliydi doyardık, barınırdık. Bir apartmanın bodrumunda yavruladık diye yavrularımız poşete doldurulup, ağzı da sıkı sıkıya bağlanıp çöp konteynırına atılmazdı o zamanlar; sevilirdik. Kuyruğumuz, kulağımız kesilmezdi, gözümüz çıkartılmazdı. Araç azdı zaten patır patır ezilmezdik yollarda. Eskaza ezilsek bile, ezen, sağ mıyız  ölü müyüz diye inip bakardı, tedavi etmeye çalışırdı.

Çocukken yaşadığım evin kedisi Mestan' ın soyu sürüyorsa böyle düşünüyordur eminim.

Onlara ve diğer sokak hayvanlarına borçlu olduğumu düşündüm hep insan olarak. Onların yaşam alanlarını işgal ettik çünkü. Bahçesiz binalar diktik. Çöp konteynırlarından beslenmeye mahkum ettik onları. Yetmedi yerel yönetimler topladı, itlaf etti.

Kedilerin yüreği gerçekten "kuşüzümü" kadar.

Kedi fotoğraflamak...

Fotojenikler ve insana yakın duruşları nedeniyle sıkça kullanılan modeller. Geçerken, "aa, kedi" diyerek, ya da kapalı mekanlarda uygun koşulları beklemek yerine gözüne gözüne patlatılmış flaşlarla çekilmiş ne çok kedi fotoğrafı var.

Oysa kurguya çok müsaitler. Sadece iyi tanımak ve iyi gözlemlemek kafi. Neyi, nerde,ne zaman yapabileceklerini kestirebilmek, neyle yönlendirilebilecekleri az çok bilmek kedi fotoğraflarını kolaylıkla sıradanlıktan çıkatabilir. Ve sabır tabii. Bıkmadan denemek...

Yüzünü ışığa döndürmek için bir çıngırak sesi yeterli. Bir objeye yoğunlaştırmak, dokunmasını, koklamasını sağlamak da çok kolay. Sadece sevdiği bir besinin kokusunu sürmek yeterli.

Gözlemledim ve denedim.

Tüm "Kuyruklu Melekler" e; borcuma mahsuben...

30.08.2009

Fotoğrafa ruh katmak/Ruhu olan fotoğrafı çekmek



 

Fotoğraf izlerken bazı fotoğraflara şöyle bir bakıp geçeriz. Oysa bazıları bizi durdurur. İçine alır, dolaştırır uzun süre. Kafa yorduran, düşündüren, başka yolculuklara çıkartan, anıları dürtükleyen bu yolculuk bittiğinde damağımızda bir "tat" kalır. Bu tat duygudur. İllaki "tatlı" da değildir. Öfke, üzüntü, korku, heyecan, mutluluk, sevgi, şaşkınlık, iğrenme, utanç vb. farklı tatları olsa da damakta kalan tadın ortak adıdır "duygu". Konuşur sonra. Bazen usul usul anlatır, bir çığlık olur bazen, çoğunlukla da sakindir; ders verir.

İzlediğimiz bazı fotoğraflar ise teknik olarak kusursuz olabilir ama dakikalarca izlememize rağmen bir soluk sesi duyamayız. Soluk almaz, yaşamaz yani. Dolayısıyla ruhu yoktur ve bizde; "herhangi bir zihin, his, tutku çalkantısı ya da devinimi; herhangi bir şiddetli ya da uyarılmış zihinsel durum", özetle duygu uyandırmaz. Ne kadar zorlarsak zorlayalım gördüğümüz sadece teknik anlamda kusursuz bir fotoğraftır; hepsi o kadar.    

Fotoğrafa ruh katmak! Fotoğrafçı ruhu olmayan bir fotoğrafa ruh katamaz diye düşünüyorum. Ruhu olan fotoğrafı çeker ve izleyene daha kolay algılattırmak için, ön plana taşır, vurgular, gerekiyorsa makyaj yapar ve teknikle destekleyerek sunar. Bir de daha öncesinde, fotoğrafı çekmeden önce yani, o ruhu görebilen, tespit edendir fotoğrafçı. O ruhu görebilme, sezebilme altyapısı varolandır.
 

Funda' nın evi. Yarısına yakını özürlü olan 186(Şimdilerde 200 ü bulmuş sayı) kediyle birlikte yaşıyor Funda. Beslenme saatinde kediler birbirini paralıyor mama yemek su içmek için. Su kaplarından birinin başında 7-8 kedi varken yavaş yavaş kenara çekiliyorlar ve oturup bekliyorlar. Belden aşağısı tutmayan felçli bir kedinin sürünerek su kabına yaklaştığını farkediyorum. O su kabının başına gelene kadar su kabının etrafı da boşalmış oluyor. Suyunu içiyor ve yine kendini sürüyerek uzaklaşıyor. O kenara çekilen kedilerden bir kısmı da gözme özürlü. Modeller kedi olduğu için çoğu kişinin incelemeden, şöyle bir bakıp geçeceği bir fotoğraf "Saygı" Ama benim en çok önemsediğim fotoğraflarımdan biri. Ve yine bana göre "ruhu olan" bir fotoğraf. 
 

Örnekleri farklı temalardan seçtim. İkinci fotoğraf: Önce Zil Sustu.

Mekanın bir derslik olduğu besbelli. Üstelik uzun süredir kullanılmadığından kapatılmış bir okulun dersliği olduğu da aşikar. Bu fotoğrafın da konuştuğunu düşünüyorum. Sadece konuşmakla kalmayıp arada sesini yükselttiğini, hatta etkili ve yetkili makamlara küfür bile ettiğini duymuşluğum var. 

Okumak isteyen için hikâyesi: ÖNCE ZİL SUSTU 
 


Ve son örnek: "Belki yine gelirim" Belki sıradan bir manzara fotoğrafı olarak kalacakken yüzü görünmese de, modelin beden dili bir şiir okuyor. Belki de içinden ama hissediliyor diye düşünüyorum.

İnsanın kendinden örnek vermesi oldukça zormuş. Yanlış anlaşılmaya çok müsait çünkü. Sakın ola "ben oldum" bâbında değerlendirilmeye. Fotoğraflar hakkındaki düşüncelerim eleştiriye açık, sadece samimi olarak hissettiklerimi ifade edişimdir.

25.08.2009

ZULA(M)DAKİLER

FOTOPYA' da "Zula(m)dakiler" portfolyomdan seçtiğim 20 fotoğrafı yayınladım. FotoKritik' de aynı mekanda çekilmiş 54 fotoğraf yayınlamıştım.. Önce 100 e tamamlama niyetindeyim ve ömrüm yeterse de 1000 e...

22.08.2009

Sazlar sustu






10.05.2008 Saat; 15.00

Yürürken bir yandan da TUANATU ile didişiyoruz. Bana göre geç kaldık, ona göre ise daha erken...Bir kez daha anlatıyorum neden yumuşak ışıkta çalışmak istemediğimi.

Surların hemen dibindeki caddeden indik ve soldan da ilk sokağa girdik. Aslında giremedik; kalakaldık olduğumuz yerde. Bi süre, sökülmüş pencereleriyle görmeyen gözlerle sokağa bakan, yıkılmayı bekleyen evlere ve aralarda kalmış tek tük yıkımdan kurtulmuş ama beklense zaten bir süre sonra kendiliğinden yıkılabilecek binaları inceledik.

Üç tekerlekli bisikletinin pedallarını bütün gücüyle çeviren bir çocuk yaptığı hızdan aldığı keyifle üzerimize doğru geldi ve çarpmadan teğet geçti. Keyfi daha çok arttı ve kahkahaları boş pencerelerden boş binalara doldu.
Sokaklar çocuk doluydu. İp atlayanlar, misket oynayanlar, maç edenler, dövüşenler...Sanki, yerleşmeleri için kendilerine gösterilen semtte özgürlüklerini yitirecekleri korkusuyla delicesine koşturuyorlardı.
*
"Niye buraya geldik?"
"Burası neresi?"
"Evimize gidelim. Mestan'ın yavrularını görmek istiyorum"
"Bundan sonra evimiz burası" dedi babam çekiştirdiğim elini kurtarmaya çalışırken. Biraz daha büyüdüğüm zaman ancak anlayabilecektim:"İstimlâk" kelimesinin anlamını. Bizim Şehremini' deki evimiz avlusundaki çeşmesiyle, Mestan ve yavrularıyla, bahçesindeki incir ağacıyla birlikte yol genişletileceği için istimlâk edilmişti. Hep merak ettiğim tavanarasını hiç göremedim.
*
Sulukule' de konu sertti ve nedense ben kuralları çiğnemek ve yumuşak bir ışık kullanmak istemiyordum. Salgado değildim, belki de beceremeyecektim ama aklımda kalacağına deneyecektim.

Denedim.

Zaten hep denemiyor muyuz doğru fotoğrafı bulmak ona ulaşmak için.

Aydınlık ve karanlık alanlar arasında keskin çizgiler, sert kontrast olsundu amacım.

Elbette çok daha iyi olabilirdi ama ilerde bu türden kural ihlalleri için bir ön çalışma oldu benim için.

18.08.2009

Çığlık!






"Sokaktaki kör kedi..." sözü geçmişti Okan' ın yaptığı yorumda ve doğal olarak aklıma Odin geldi. (Kendisi de Odin' in tıpkısının aynısını fotoğraflamış Basmane'de.(yeri yanlış hatırlıyor olabilirim) Onun da bir gözü yok.

"Konuşan kedi" diyor görenler Odin' e. Hiç susmuyor çünkü. Mırıl mırıl anlatıp duruyor sürekli bir şeyler :)
Veteriner "1-1.5 aylık anca var" demişti ilk gördüğünde. Hesaba göre bu ayın sonunda 1 yaşında olacak zibidi. Merak ettiği nesnelere ve musluktan akan suyla oynarken, suya yan yan bakışına bayılıyorum. Son derece sağlıklı, mutlu, biraz şımarık bir kedi oldu ancak yaşadığı travmadan olsa gerek bir türlü kurtulamadığı bir ürkeklik var üstünde. Tırsak yani. Onun gözünü çiviyle çıkartan çocuk ise hâlâ ortalıkta, belki de yeni kurbanlar arayarak cesur cesur(!) dolaşıyordur.

Modeli kedi olan pek çok fotoğrafı, fotoğraf paylaşım sitelerine puana kapalı yüklemişken, Odin' in ilk fotoğrafını puana açık yükledim. Çünkü o fotoğraf hem modelin ve hem de fotoğrafçının çığlığıydı!

"Türkiye'de işkence gören ile işkenceci arasındaki fark, Birinci Şube'de tutukluyu polis memurundan ayıran, kötü kontrplak kadar incedir. Mazlumla zalim her zaman yer değiştirebilirler. "Çünkü bu ülkenin insanı "mezalim"e tepki göstermeyecek kadar zalim olabilir"
Alev Alatlı

"Çocuklar gözümüzün önünde çiviyle oydular gözünü. Anası yok. Besliyoruz burda işte" demişti kahvehanenin önünde oturan kasketli, yaşlı adam.


16.08.2009

Çağatay






Fotoğrafını çektiğim Çağatay'dı.

Yeniçiftlik' de tanıştım Çağatay' la, kardeşimi ziyarete gittiğim bir pazar günü. Biz verandada otururken geldi ve kimseyle ilgilenmeden bahçe kapısının önünde yatan Jack' a sarıldı, onla oynamaya başladı.

Kardeşim, bir önceki köpeği Jack' a olan sevgisinden şimdikine de aynı ismi vermişti. Eski Jack' le çok maceraları olmuştu. Onu avcılar nişan tahtası olarak kullandıktan sonra öldü diye bırakıp gitmişler. Tesadüfen bulan kardeşim tedavisini yaptırdı. Sağ ön bacağı kurtarılamadı ve kesildi. Tam iyileşti, düzeldi derken bu defa da mahallenin tüm köpekleriyle birlikte toplandı götürüldü. Eve döndüğünde onu bulamayan kardeşim sorgulayınca belediyenin topladığını öğrendi ve götürüldüğü yeri buldu ve geri aldı. Kısırlaştırılmak için toplanmıştı güya tüm sokak köpekleri ama Jack' ten başka köpek geri dönmedi mahalleye! Bir yıl kadar önce yaşlılıktan ölünce de yeni Jack geldi yerine.

Çağatay'ı izlemeye başladım. Arada tanımak için kardeşime de sorular soruyordum.

Aile bir kaç yıl önce göçmüş Yeniçiftlik' e. Mahallenin dışında bir arsaya baraka yapmışlar ve yerleşmişler. Çağatay' ın 16 yaşındaki ablası İstanbul' da bir doktorun yanına yardımcı olarak yerleştirilmiş. Çağatay da zeka özürlü ne yazık ki.

Çağatay' ın tek arkadaşı Jack'miş.

Yüzündeki mimikler dikkatimi çekti. Jack' in yüzündeki ifadeleri taklit ediyor sürekli. O gözünü kapatınca Çağatay' da kapatıyor, ağzını açınca sonuna kadar o da açıyor ağzını.

Yediği, içtiği herşeyi paylaşıyor köpekle. Hatta ekmek dilimini önce ona ısırtıyor kalanı kendisi yiyor. Kola içirtmeye çalışıyor teneke kutudan.

"Senin fotoğrafını çekmemi ister misin?" dedim.

Hemen iki koluyla Jack'a sarıldı, yanağını onun yanağına dayadı: "Çek" dedi.

Arada makinayı bırakıp sohbet etmeye çalışıyordum ama çok kısa, bazen alakasız yanıtlar veriyordu. Bir ara: "Ben senden çok hoşlandım" dedi. Bir filmden falan duymuş zaar.

Ayağındaki lastik çizmeler babasınındı sanırım. Büyük geliyordu ve bileği bükülüyordu ikide bir.

Jack'den ayrı, tek başına çok az kare çekebildim. O karelerde de Jack kadrajın dışında ama ayaklarının dibinde yatıyordu.

"Kışın kimse kalmıyor burda" dedi kardeşim, "kar, tipi demez gelir"

Ayrılırken tıpkı Jack gibi ellerini omuzlarıma uzattı ve "Ben senden çok hoşlandım, gene gel emi" dedi...