Bir kez büyülendin mi, yaşamın boyunca kimsenin bozamayacağı bir büyüdür fotoğraf.
11.08.2012
EL'DEN ELE CEVİZİN GÖLGESİ
Baş aşağı duran, beyaz, dantel desenli
kâğıda sarılmış kırmızı gülleri gördü ilk olarak sol gözünün aralığından. Sağ
gözünü zorladı, hiç açılmadı. Başını yukarıya kaldırıp baktığında
gülleri dişlerinin
arasına sıkıştırmış olan El konuşmaya başladı.
“Anestezinin
etkisiyle saçmalamadın değil mi?”
“Yok,”
dedi güçlükle. “Merdivenlerden düştüm ya,
gözlüğümün camı kırılmış düşünce, o battı gözümün kıyısına…”
El
rahatladı, gevşedi. Dişlerinin arasından
kurtulup yatağın üzerine düşen güllere hastane kokusu sinmişti yine.
Uyudu.
Fotoğraf: Ümran Düşünsel
Kolu
sıkılarak sarsıldığı zaman ilk defa korkarak,
çığlık atarak uyanmadığını fark etti. Yatakta doğrulup oturdu. Adam, başıyla, ”gel,” diye işaret edip çıktı
odadan. Terliklerini ararken gözü gardıroba ilişti,gördüğü rüyayı hatırladı.
Evet ya, gardırobun üzerindeydi
kesik El. Baştan kesik olduğunu anlamamıştı, biri var sanmıştı orada. El, bir süre
parmaklarını kapağa ritmik hareketlerle vurdu,
aniden uçtu, süzülerek yatağın tam ortasına kondu. O zaman gördü. Kesikte
kan yoktu, düzgün şekilde deriyle kaplıydı. Öyle doğmuş gibiydi. Parmakları ayak gibi kullanarak
yaklaşmaya başladı. Göğsüne ulaştığında boynununun
sağ tarafını işaret, sol tarafını başparmağıyla kavradı, sıktı. Bıraktı,
yeniden, tüm parmaklarıyla daha sıkı kavradı. Hiçbir şey yapamıyor korkuyla izliyordu.
Bağırmaya başladı. Sesini kendisi bile duymuyordu. İki eliyle birden boğazını
sıkan El’e yapıştı. Parmakları kavrayıp ters yöne doğru kıvırmayı başardığında diğer parmaklar da gevşedi, boynunu bıraktı. O ara Nazlıcan
çıkageldi. Böcek görmüşçesine dişlerini birbirine
vurdu. Ani bir hamleyle El’ i kaptı,
açık olan balkon kapısından çıkıp geceye daldı.
Terliklerini
giyip her şeyi göze almışlığın rahatlığıyla odadan çıkıp salona girdi.
“Geç,
otur.”
“İyi böyle.”
Televizyonu
kapattı…Şişeye uzandı, kapağını açtı, vazgeçip
tekrar kapattı…Sehpanın üzerine dökülen külleri sıvazlayarak kül tablasına
döktü. Parmaklarını birbirine geçirdiği ellerini dizlerinin arasına sokup,
“Konuşalım istedim. Nerden başlayacağımı bilemiyorum. Ben…Düşündüm de, yeniden
başlayabiliriz.”
Aynı cümleyi yüzlerce kez duymuşluğun bezginliğiyle yüzlerce
kez verdiği cevabı vermedi bu defa. Başka cevap da vermedi. Gözünü, perdenin
örtemediği yerdeki bir tutam geceden ayırmadan dinledi. O sustuğunda gece de
simsiyah örtüsünü çıkartmaya hazırlanıyordu. Yıllardır,içinden binlerce kere
tekrarladığı cümle en sonunda çıktı ağzından:
“Boşanmak istiyorum,” dedi. Onun
şaşırmasına şaşırdı. Renginin açılmasını, sarıdan beyaza ağır ağır dönmesini,
ardından hızla kızarmasını izledi. Yanak kaslarının oynamasından dişlerini
sıktığı anlaşılıyordu.
“Sen
ne dediğini bilmiyorsun. Ağrı kesicinin etkisi
sanırım. Yarın konuşalım.”
Sağ eli, kanepenin bej kadifeden uçuk mavi, pembe, sarı, yeşil
saten kurdelelerle işlenmiş kırlentini kavradı sımsıkı. El, dişleri arasında saten kurdeleleri ezerek konuşmaya çalıştı, sesi çıkmadı.
“Git
yat şimdi.”
Üstünden
Nazlıcan’ı alıp, yatağının ayakucuna yatırdıktan
sonra yuvarlak pufa oturdu. Aynadaki kadından gözünü ayırmadan, el yordamıyla bulup yaktığı
sigarayı kül
tablasına bıraktı. Filtredeki kan ilişti gözüne; sigara da yaralanmıştı. Aynadaki kadına uzanıp dudağından akan kanı silmeye çalıştı, durmadı, akmaya devam etti ılık ılık. Kan pijamasının dizine damlamaya başladığında aklına geldi ancak silmek…
Şifonyerin çekmecesini çekti, el yordamıyla mendil ararken uzaklardan gelen ve kutsal
bir emanet gibi sakladığı ceviz dokundu eline de düşlerine de….
“Bu
ceviz Değirmen’i sarıp
sarmalayan
ağaçlardan. Çarşaflar dallı güllü olduğundan beri silkelemiyorum cevizleri. Bir kısmı
silkelenmekten umudu kesip kendiliğinden dökülüyor, bir kısmı da umutla
beklerken kuruyup gidiyor dallarda… Cevizlerin yaşını bilmediğini söylemişti babam, tıpkı Değirmen’in yaşını
bilmediği gibi.”
Sanki
çocuğundan, yârinden, annesinden söz ediyor gibi sevgi
doluydu yüzü de sesi de.
“Ceviz
de suyu sever değirmen de. Değirmen cevizin gölgesini de sever. Köylü, mevsimine göre buğdayını getirir, susamını getirir keçi kılından
çuvallarla, atın, eşeğin bazen de kendi sırtına vurup ama bakar ki kuyruk
var Değirmen’de, sıra kolay beri kendisine gelecek gibi değil, işte o zaman cevizlerin
geniş gölgesi yetişir Hızır gibi. Gündüz gölge
olur sohbetlere, geceyse yorgan. Fırtınanın kuvvetine dayanamayan çürük dalları
başucunda geceboyu dumanıyla eşlik eder köylüye”
Avucundaki
cevizin düştüğü ağacın gölgesine uzandı.
Uyudu.
3.08.2012
HİKAYELERİMİ ANLATIRIM SANA
Taze börülcenin bile ağlattığı günlerdi. Kendisine saklanmış
yağmuru bekliyordu. Öyle kırkikindileri değil. Sağanak, soluksuz, soluğu
kesilene kadar yağmalıydı. Bilmediği sokaklara itmeliydi omuzlarından,
düşmeliydi. Dizleri kanamalıydı. Kan yağmur sularını ikiye bölmeliydi. Bir
taraf şelale olup göle dökülmeli, diğer taraf denize koşmalıydı nehir olup. Yırtılan
eteklerinden utanmalıydı. Ağladığı anlaşılmasın diye göğe bakmalıydı.
Gözyağmurlarında boğulmalıydı.
Fotoğraf: Ümran Düşünsel
Şimşeğin çakmasıyla tutunacak dal ararken gördü..
Martı!
Balkonun demirine tünemiş. Deniz uzak, çöp yok! Tek ayak
üstünde cezalı.
Değilmiş. Sağ bacağı ek yerinden kopmuş. Yeni kopmuş. Başını
sağa yatırdı gözünü kırpmadan. Kanadı cepten kurtulmuş boş elbise kolu gibi
boşluğa sarkıverdi.
ilk evvel doyurmak geldi aklına kendine gelsin sonra yarasıyla ilgilenirdi
nazlıcanın ilaçları olacaktı nereye koymuştu onları ne yerdi simit yerken
görmüştü ama evde simit yoktu ki ekmek evet ekmek ıslatıp vermeliydi kapıyı
aralasa içeri girer miydi bacağı yok
nasıl uyuyacak önce kapıyı aralamalıydı
ihsanın evvelsi gün getirdiği balık geldi aklına buzluktaydı eritmek
gerekiyordu
Şimşek çaktı irkildiler.
Başını kırık kanadının altına sokmayı başaramayınca vazgeçip
dimdik, tek ayak üstünde uykuya dalmasını izledi.
Eşiğin dışından martının, içinden de kendi yemek artıklarını
topladı usulca.
“Kanaması yoksa elleme sen, yarın bana getir, ne gerekiyorsa
yaparız,” demişti Nazlıcan’ın veterineri. Nazlıcan ameliyattan on bir gün sonra
ölmüştü. Martı ölmesindi…
Yeniden mindere bağdaş kurup izlemeye başladı. Şimşek
çakacak, uyanacak diye ödü kopuyordu. “Adın Şehriyar olsun senin martıcık,”
dedi . “Masalım yok ama hikayelerimi anlatırım sana. Dişiysen Şehrazat derim.
Yine hikayelerimi anlatırım.”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)