29.08.2012

ALACAK



Buzluğa kaldırıyorlar seni. Donacağına yakın karıncalar geliyor aklına. Kirazlarla buzluğa taşınan karıncalar. Çıkardığında dokunduğun kırılıyor. Dokunmadığın çözülünce canlanıyor yeniden. Toplanıp kirazı taşımaya çalışıyorlar. Donuyorsun. Zaman duruyor. Seni çıkardıklarında dokunmuyorlar sana, “pardon,” deyip sokağa bırakıveriyorlar. Bir bakıyorsun ki kimse kalmamış. Annen yok, sevgilin yok, arkadaşların yok, okulun yok, on sekiz, on dokuz, yirmi, yirmi bir, yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört, yirmi beş yaşların yok. Vitrinlerdeki kitaplar, film afişleri yabancı hep. O açığı yabancı bir gölge gibi yanı başında taşıyorsun ömrün boyunca.

11.08.2012

EL'DEN ELE CEVİZİN GÖLGESİ


Baş aşağı duran, beyaz, dantel desenli kâğıda sarılmış kırmızı gülleri gördü ilk olarak sol gözünün aralığından. Sağ gözünü zorladı, hiç açılmadı. Başını yukarıya kaldırıp baktığında gülleri dişlerinin arasına sıkıştırmış olan El konuşmaya başladı.

“Anestezinin etkisiyle saçmalamadın değil mi?”

“Yok,” dedi güçlükle. “Merdivenlerden düştüm ya, gözlüğümün camı kırılmış düşünce, o battı gözümün kıyısına…”

El rahatladı, gevşedi. Dişlerinin arasından kurtulup yatağın üzerine düşen güllere hastane kokusu sinmişti yine.

Uyudu.

 Fotoğraf: Ümran Düşünsel


 Kolu sıkılarak sarsıldığı zaman ilk defa korkarak, çığlık atarak uyanmadığını fark etti. Yatakta doğrulup oturdu. Adam, başıyla, ”gel,” diye işaret edip çıktı odadan. Terliklerini ararken gözü gardıroba ilişti,gördüğü rüyayı hatırladı.

Evet ya, gardırobun üzerindeydi kesik El. Baştan kesik olduğunu anlamamıştı, biri var sanmıştı orada. El, bir süre parmaklarını kapağa ritmik hareketlerle vurdu, aniden uçtu, süzülerek yatağın tam ortasına kondu. O zaman gördü. Kesikte kan yoktu, düzgün şekilde deriyle kaplıydı. Öyle doğmuş gibiydi. Parmakları ayak gibi kullanarak yaklaşmaya başladı. Göğsüne ulaştığında boynununun sağ tarafını işaret, sol tarafını başparmağıyla kavradı, sıktı. Bıraktı, yeniden, tüm parmaklarıyla daha sıkı kavradı. Hiçbir şey yapamıyor korkuyla izliyordu. Bağırmaya başladı. Sesini kendisi bile duymuyordu. İki eliyle birden boğazını sıkan El’e yapıştı. Parmakları kavrayıp ters yöne doğru kıvırmayı başardığında diğer parmaklar da gevşedi, boynunu bıraktı. O ara Nazlıcan çıkageldi. Böcek görmüşçesine dişlerini birbirine vurdu.  Ani bir hamleyle El’ i kaptı, açık olan balkon kapısından çıkıp geceye daldı.

Terliklerini giyip her şeyi göze almışlığın rahatlığıyla odadan çıkıp salona girdi.

“Geç, otur.”

“İyi böyle.”

Televizyonu kapattı…Şişeye uzandı, kapağını açtı, vazgeçip tekrar kapattı…Sehpanın üzerine dökülen külleri sıvazlayarak kül tablasına döktü. Parmaklarını birbirine geçirdiği ellerini dizlerinin arasına sokup, “Konuşalım istedim. Nerden başlayacağımı bilemiyorum. Ben…Düşündüm de, yeniden başlayabiliriz.”

Aynı cümleyi yüzlerce kez duymuşluğun bezginliğiyle yüzlerce kez verdiği cevabı vermedi bu defa. Başka cevap da vermedi. Gözünü, perdenin örtemediği yerdeki bir tutam geceden ayırmadan dinledi. O sustuğunda gece de simsiyah örtüsünü çıkartmaya hazırlanıyordu. Yıllardır,içinden binlerce kere tekrarladığı cümle en sonunda çıktı ağzından:
“Boşanmak istiyorum,” dedi. Onun şaşırmasına şaşırdı. Renginin açılmasını, sarıdan beyaza ağır ağır dönmesini, ardından hızla kızarmasını izledi. Yanak kaslarının oynamasından dişlerini sıktığı anlaşılıyordu.

“Sen ne dediğini bilmiyorsun. Ağrı kesicinin etkisi sanırım. Yarın konuşalım.”

Sağ eli, kanepenin bej kadifeden uçuk mavi, pembe, sarı, yeşil saten kurdelelerle işlenmiş kırlentini kavradı sımsıkı. El, dişleri aranda saten kurdeleleri ezerek konuşmaya çalıştı, sesi çıkmadı.

“Git yat şimdi.”

Üstünden Nazlıcan’ı alıp, yatağının ayakucuna yatırdıktan sonra yuvarlak pufa oturdu. Aynadaki kadından gözünü ayırmadan, el yordamıyla bulup yaktığı sigarayı kül tablasına bıraktı. Filtredeki kan ilişti gözüne; sigara da yaralanmıştı. Aynadaki kadına uzanıp dudağından akan kanı silmeye çalıştı, durmadı, akmaya devam etti ılık ılık. Kan pijamasının dizine damlamaya başladığında aklına geldi ancak silmek… Şifonyerin çekmecesini çekti, el yordamıyla mendil ararken uzaklardan gelen ve kutsal bir emanet gibi sakladığı  ceviz dokundu eline de düşlerine de….

“Bu ceviz Değirmen’i sarıp sarmalayan ağaçlardan. Çarşaflar dallı güllü olduğundan beri silkelemiyorum cevizleri. Bir kısmı silkelenmekten umudu kesip kendiliğinden dökülüyor, bir kısmı da umutla beklerken kuruyup gidiyor dallarda… Cevizlerin yaşını bilmediğini söylemişti babam, tıpkı Değirmen’in yaşını bilmediği gibi.”

Sanki çocuğundan, yârinden, annesinden söz ediyor gibi sevgi doluydu yüzü de sesi de.

“Ceviz de suyu sever değirmen de. Değirmen cevizin gölgesini de sever. Köylü, mevsimine göre buğdayını getirir, susamını getirir keçi kılından çuvallarla, atın, eşeğin bazen de kendi sırtına vurup ama bakar ki kuyruk var  Değirmen’de, sıra kolay beri kendisine gelecek gibi değil, işte o zaman cevizlerin geniş gölgesi yetişir Hızır gibi. Gündüz gölge olur sohbetlere, geceyse yorgan. Fırtınanın kuvvetine dayanamayan çürük dalları başucunda geceboyu dumanıyla eşlik eder köylüye”

Avucundaki cevizin düştüğü ağacın gölgesine uzandı.

Uyudu.

3.08.2012

HİKAYELERİMİ ANLATIRIM SANA



Taze börülcenin bile ağlattığı günlerdi. Kendisine saklanmış yağmuru bekliyordu. Öyle kırkikindileri değil. Sağanak, soluksuz, soluğu kesilene kadar yağmalıydı. Bilmediği sokaklara itmeliydi omuzlarından, düşmeliydi. Dizleri kanamalıydı. Kan yağmur sularını ikiye bölmeliydi. Bir taraf şelale olup göle dökülmeli, diğer taraf denize koşmalıydı nehir olup. Yırtılan eteklerinden utanmalıydı. Ağladığı anlaşılmasın diye göğe bakmalıydı. Gözyağmurlarında boğulmalıydı.

  Fotoğraf: Ümran Düşünsel

Şimşeğin çakmasıyla tutunacak dal ararken gördü..

Martı!

Balkonun demirine tünemiş. Deniz uzak, çöp yok! Tek ayak üstünde cezalı.

Değilmiş. Sağ bacağı ek yerinden kopmuş. Yeni kopmuş. Başını sağa yatırdı gözünü kırpmadan. Kanadı cepten kurtulmuş boş elbise kolu gibi boşluğa sarkıverdi.

ilk evvel doyurmak geldi aklına  kendine gelsin sonra yarasıyla ilgilenirdi nazlıcanın ilaçları olacaktı nereye koymuştu onları ne yerdi simit yerken görmüştü ama evde simit yoktu ki ekmek evet ekmek ıslatıp vermeliydi kapıyı aralasa içeri girer miydi  bacağı yok nasıl uyuyacak önce kapıyı aralamalıydı  ihsanın evvelsi gün getirdiği balık geldi aklına buzluktaydı eritmek gerekiyordu

Şimşek çaktı irkildiler.

Başını kırık kanadının altına sokmayı başaramayınca vazgeçip dimdik, tek ayak üstünde uykuya dalmasını izledi.

Eşiğin dışından martının, içinden de kendi yemek artıklarını topladı usulca.

“Kanaması yoksa elleme sen, yarın bana getir, ne gerekiyorsa yaparız,” demişti Nazlıcan’ın veterineri. Nazlıcan ameliyattan on bir gün sonra ölmüştü. Martı ölmesindi…

Yeniden mindere bağdaş kurup izlemeye başladı. Şimşek çakacak, uyanacak diye ödü kopuyordu. “Adın Şehriyar olsun senin martıcık,” dedi . “Masalım yok ama hikayelerimi anlatırım sana. Dişiysen Şehrazat derim. Yine hikayelerimi anlatırım.”