19.04.2010

KORTEJO EVLERİ


Çok istememe karşın bazı özel nedenlerle açılışına  gidemediğim, Birol’ un, “Kortejo Evleri” Fotoğraf Sergisine dün gidebildim nihayet.

İstanbul’a baharın geldiği hissediliyordu. Güzergahımdaki binlerce lale tatlı esintinin etkisiyle kol kola halay çekiyorlardı. Ve nergisler…Kokuları arabaya kadar ulaşmadı ama “Yılmaz Manav” dan alınmış bir demet nergisin odayı dolduran kokusuna uyandığım sabahın anısını ulaştırdı bana. İçim ısındı.

Şişhane’ye yaklaşınca çantamdan adresi yazdığım ve şeytandan sonraki en büyük alim olan Hz.Google’dan bulup çizdiğim krokinin olduğu A4 kağıdı çıkardım. Bankalar Caddesi’ ni iyi bilirim ama sokaklarını ııh! Krokiyi evirdim çevirdim ama bir vefk kadar anlaşılmaz geliyordu gözüme. Yeteneksizliklerimi sıralarsak ilk sırayı adres bul(a)ma(ma) alır hiç tartışmasız. Enstrüman çalma konusundaki yeteneksizliğim bile ikinci sırada kalır ancak.

Aracı durdurup sokak adını sorduğum üç kişiden hiç biri sokağı bilmiyordu ve sergi salonunu da. Aşağıda Karaköy görününce, “ben ineyim” dedim ve indim araçtan. İlk şaşkınlığımı o an yaşadım! Tam indiğim noktada, tabela, Avusturya Hastanesi’ni işaret ediyordu. Tabelanın altında da Sergi Salonu! Bu bir mucizeydi. Sanırım, Allah, bunca yıldır adres bulma konusundaki salaklığıma son vermişti artık. Ya da bir defalık bir izin, bilemeyeceğim artık.

“Eliyle koymuş gibi bulmak” sözü benim de yaşamıma girmişti sonunda.

Sinegog’dan bozma salonun kasvetli olacağı ön yargım daha kapıya geldiğim an silindi. Kapının tam karşısındaki pencereden gelen güneş ışığı karşıladı beni.

İçeri adım atınca günün ikinci şaşkınlığını yaşadım. Günlerden pazardı. Hava günlük güneşlikti ve ben salonun kalabalık olacağını düşünmüştüm nedense. Hatta fotoğraf sitelerinden aşina olduğum yüzlere rastlarım diye de düşünmüştüm ilk düşünceme artı olarak.

Hiç kimse yoktu.

Acaba ben mi geç kalmıştım? Herkes serginin açıldığı ilk günlerde koşturup gelmişti belki de. Umarım böyle olmuştur.

Soldan ilk fotoğraftan başladım izlemeye. Ancak bir sonraki fotoğrafa geçmek hiç de kolay olmadı. Fotoğraflar çekip alıyor içine resmen insanı. Ne kadraja sığdırılan bitiyor izlemekle ve ne de kadraja sığmayan. Her fotoğrafın ardalanı çok derin. Yolculuk bitmek bilmiyor bir türlü. Bir dönemi, bir devri, bir tarihi araştırtmak, sorgulatmak için kışkırtıyor her bir fotoğraf insanı. Bundan başka, sadece fotoğrafın izlenmediğini aynı zamanda okunduğunu da fark ediyorum. Her fotoğrafın özgün bir de hikayesi var.

Yoksulluğun dini, ırkı, cinsiyeti yok. Yalnızlığın da…Yoksulluktan yoksulluğa el değiştiren evler.

Ve kediler.

Özellikle sokak kedileri, birlikte yaşamak için  kimi seçeceğini çok iyi bilir.

 “Dünyanın çatısı yok, sokakların, parkların çatısı yok. Bazen güneş yağıyor kedilerin üstüne, bazen yağmur ve her zaman bizim bencilliğimiz.” (Haydar Ergülen)

Paylaşılan derme çatma da olsa çatılar, yağmurun, karın girdiği, yelin üfürdüğü çatılar ama bencilliğin asla giremediği çatılar.

Görünmeyen “güzel atlar”, bekledikleri avlulardan göçmeye başlamışlar birer birer ve  kapılara da birer kitap asmışlar, mühür şeklinde birer kitap. İster tarih kitabı olarak oku, ister hikaye kitabı olarak…

Yüreğine sağlık Birol.

Not1: Sergiyi bi başıma dolaşmam, sonradan bencilce bir keyif verdi bana. Epey uzunca sürdü yolculuğum. Hatta kapıdaki görevli beyefendi birkaç defa gelip bakma gereğini duydu. İçerde öldüm kaldım mı sandı ne…
 Not2: Fotoğrafları fotoğraflardan çektiğim için kayıplar olabilir. Birol'dan orjinalleri isteyebilirdim ama kendi çektiklerimi yüklemeyi yeğledim.