9.01.2018

Hâlname / 2016









“Vicdanı olan delirir,” dedi Recep.
Sakindi.
Semavere sığmayan odunlara ulaşmıştı ateş. Kalkıp maşayla toparladı. İnşaata inen dimdik bayırın başına göz attıktan sonra karşıma, sandığın üstüne oturdu gene.
(...)
“Dinlemiyorlar zaten, deli diyorlar bana,” diye fısıldamıştı kulağıma.
“Depremde Van’daydım. Yerle yeksan olmuştu memleketim tastamam. Hiç düşünmeden koştum kurtarma çalışmalarına katılmak için ben de.”
Güç kuvvet yetmiyordu beton yığınlarını kaldırmaya. Ufak ufak beton dağlarıydı binalar. Sesler duyduk. İlk günler gürdü, cılızlaştı, sustu en sonunda. Greyder getirdiler, beton dağlarındaki mağaralara ulaşmak için. Ulaştı da mendebur. Enkazı oradan alıp öteye bıraktı. Kolların, bacakların, gövde parçalarının beton artıklarının üzerinde rozet misali takılı olduğunu gördüğümde bitti. Ben bittim. Oraya kadarmış. Aklım da enkaza asılı kaldı bir başka rozet gibi.
Vicdanı olan delirmez de ne eder?”
Recep’in haber değeri yoktu ve hiçbir haberin öznesi de olmadı bugüne kadar. Kitaplarda hikâyesi de yoktur.
On dört yaşındaki Suriyeli mülteci çocuğun ise haberi çıktı: Üçüncü sayfada, tek sütuna kısacık bir paragrafta.
“Yüz yüze kalmıştık işte seninle yine. Tam karşımdaki kepenge sprey boyayla çizilmiş resim gibiydin. Başındaki bereyi yüzüne indirmiş, montunun kollarıyla örttüğün ellerin dizlerinin arasında, dertoptun kıpırtısız.
(...)
Bu sabah da Müyesser’le sevgilisi sandığı adam geçti gitti önünden. Onlar da görmedi seni. Sen de onları görmedin: Tam karşımdaki kepenge sprey boyayla çizilmiş resim gibiydin.”
Hayatın akışında bir sorun varsa, çözümü de tam kaynağında. Uzaktan kumandayla sorun çözülmüyor. Tıpkı portre fotoğrafı çekerken özneyle gözlerimizi aynı hizada buluşturmak misali, kuşbakışı bakmak değil, gözünün içine bakarak dokunmak gerek hayata da.
Haberi okuyoruz. Öncesi sonrası yok ama. Merak da etmiyoruz. Zaten vaktimiz de yok! Sonra da unutup gidiyoruz. Sözün özü ve bir anlamda da kitabı yazmak için heyecanlandıran gerekçe, insanların zembille inip habere özne olmadıkları gerçeğiydi.
Gerisi hikâye: Kitap sayfalarında.
Yere üfledi sigara dumanını Deli Recep; tükürürcesine. “Memlekette bir kedim vardı, biliyor musun? Bir gözü çam balı rengi diğeri çağla bademi.”
“Benim de var kedim,” dedim. “Bir gözü yosun yeşili, diğeri yok!”
Deli Recep’e evvela mahsus selam ederim.
Mehmet Ali, Harun, Hurdacı Ramazan, Deli Musa, Marslı Iğaluk, denizde boğulan mülteci çocukları kıyıp yiyemeyen balık, avcıların elinden kurtulan fil, sirkten kaçan aslan, atlıkarıncadan firar eden at, Midilli’de kaybolan sığınmacı kedi Kunkuş, çitlembik ağacı, tilki Nazlıcan, Ümraniyeli kanguru Saffet ve aynı kubbe altında yaşadığımız nice canlının tanıştırdığı, tanışmamıza vesile olduğu diğer ete kemiğe bürünen tüm kahramanlarıma teşekkürlerimle…
İÇ SÖZ
Ümran Düşünsel

Ay Portakalı



Tam suyun kumla cilveleştiği çizgiye oturdum. Kumu avuçladım. Bir elimden diğerine aktarıyorum. Taşın yavruları kum, kumun dedesi dağ.
(Deniz çekilmeye başladı.)
Bir elimden diğerine aktarılıyor dağlar. Dağ keçileri, marallar zıp zıp avuçlarımda. Bir gümüş tilki burnunu kumdan çıkartıp dağa uzatıyor.
(Deniz ufuktan aşağı akıyor. Şelaleyi görmüyorum, sesi geliyor uzaklardan.)
Tilkiler yalnızca masallarda kurnaz. Bir tilki izledim, anne tilki. Yavrularını emziriyordu. Ayaktaydı. Kulakları seste, gözleri görüntüde. O kadar muhteşemdi ki doğa misaliydi tıpkı.
(Deniz gidince dağlar açığa çıktı.)
Tastamam ondan işte tası tarağı dahi almadan, cebimde denizin giderken unuttuğu denizyıldızı, bir de sırt çantamla yollara dökülmüşlüğüm.
Vara vara buraya vardım. ‘İş?’ dedim, ‘Çobanlık var’ dediler. ‘Olur’ dedim.

Odin ve Masal

Odin ve Masal