17.12.2010

İLK FOTOĞRAFÇILARIMIZDAN ARİF HİKMET KOYUNOĞLU

İş vesilesiyle tanıştığım torunu Osman Koyunoğlu’ndan duydum adını Arif Hikmet Koyunoğlu’nun. İlk defa duyuyor olmanın mahcubiyetini telafi amacıyla da hemen araştırmaya başladım. Kendisinin bizzat kaleme aldığı anılarının, mektuplarının ve belgelerin derlendiği, Hasan Kuruyazıcı’ nın hazırladığı kitabın siparişini de verdim hemen. 519 sayfalık kitabı bir solukta okuyup bitirmedim tabii ki. Bu kitabın sıkıcılığından değil asla…Tam tersine, özellikle anılarının olduğu bölüm çok keyifli ve bir solukta okunacak türden, ama benim amacım notlar alarak, sindire sindire okumaktı. Sayın Osman Koyunoğlu’na söz vermiştim, Dedesi hakkında yazı yazacağıma dair çünkü. Dün bitti kitap…

ARİF HİKMET KOYUNOĞLU

Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesinin Misafirhanesinden, Bursa’da Apolyont Gölü kıyısında göçmenler için Karacaoba ve İkizceoba örnek köylerine, Çocuk Esirgeme Kurumu Binasından, Etnoğrafya Müzesine, Bursa Tayyare Sineması ve Resim Heykel Müzesi’ne kadar uzanan çok sayıda binanın mimarı  olarak tanınır Arif Hikmet Koyunoğlu. Fotoğrafçı yanı pek bilinmez. Oysa o Türkiye’ nin ilk fotoğrafçılarından birisidir.

1888 yılında İstanbul’da doğar Koyunoğlu. Aklı hayvancılık, bağ bahçe işlerinde kalan, ancak amcası Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’in zoruyla kadı olmuş İsmet Bey’in oğludur. Dedesi Abdullah Refet bey âlim, şair, yenilik yanlısı birisidir. O kadar yenilik yanlısıdır ki o günün koşullarında bir yelkenliyle on aylık zorlu bir yolculukla Java’ya gider ve uzun yıllar orda yaşadıktan sonra Java’lı eşi vefat edince, kızı Galiye’yi de yanına alarak İstanbul’a geri döner…

Eğitimine Mekteb-i Osmani’de başlayan Arif Hikmet Koyunoğlu 14 yaşında iken babasını kaybeder. Son derece sağlıklı olan babası bir sabah yanına çağırır onu ve, “Hikmet, ben bugün öleceğim. Çok müşkül bir vaziyette kalacaksınız. Kesemde yalnız birkaç kuruşum var. Cenaze masrafı için epeyce para lazım. Kocamustafapaşa’daki arsamızı satmak için sözleşmiştik. Al bu makbuzu oraya git, selamımı söyle, kırk lirayı al. Onu cenaze masrafı yaparsınız,” der ve oğlunu kucaklayarak yanaklarından, gözlerinden öper. Eşi ve kızı şakacı mizacını bildiklerinden yine şaka yaptığını düşünür ve gülüşürler. Oysa cebinde kırk lira ile eve geldiğinde babası gerçekten vefat etmiştir.

Annesi, kız kardeşi ve on bin altın lira borçla kalakalırlar…

Zorlu geçen yıllar eğitimine devam etmesine engel olamaz ve liseden sonra Sanayi-i Nefise’ nin mimarlık bölümünü birincilikle kazanır. Otuz kişilik sınıfta 28 Ermeni, bir Musevi ve bir de Hikmet bey vardır. Mimarlık o dönemde, kendi ifadesiyle “adi” bir meslek olarak görülür. Hatta halasının bile ikide bir, “Bütün silsilemiz okumuş yazmış, âlim adamlar. Bu çocuk ne için böyle dülger olmayı istedi ki,” diye dövünüp ağladığını yazar anılarında.

Bir yandan okurken, bir yandan da ailesini geçindirmek için çalışır, defter kalem satmaktan kalıpla yazma basmaya, yabancı araştırmacılar için eski eserlerin rölövesini çıkarmaya kadar çeşitli işler yapar. Yine böyle bir iş için Rumeli’deyken kendini o sırada patlayan Balkan Savaşı’nın içinde bulur. Başından geçmedik macera kalmaz. Nalbantlık, aşçılık yapar, ordu için gizli haber taşırken Sırplar tarafından yakalanıp idama mahkûm edilir, bir tesadüfle darağacından kurtularak İtalya’ya kaçar. Yaşamı gerçekten çok ilginç, sıra dışı ayrıntılarla dolu. Yazmakla tükenmez.

Artık fotoğrafa nasıl başladığına gelelim…

İlk fotoğraf makinesini 1903 yılında alır.

“Kırtasiyeciler semti” olarak tarif ettiği Beyazıt’a sık sık kâğıt, kalem vs. almak için gitmektedir. En sık ziyaret ettiği dükkân da Sadık beyin dükkanıdır. Bir gün yanında babası olduğu halde uğrar dükkâna ve vitrinde, üzerinde, “fotoğraf makinesi” yazılı etiket bulunan siyah kutu dikkatini çeker. Sadık beye sorar,” Bununla fotoğraf çekilir mi?”
“Evet,” der Sadık bey, “Bu makine fotoğraf atölyeleri dışında kolayca  fotoğraf almak amacıyla icat edilmiştir. Bunu yapan fabrikanın mümessili de buraya gelerek nasıl resim çekileceğini izah etti” Hayretle bakakalır Hikmet bey. Çünkü o günlerin İstanbul’unda sadece üç fotoğrafhane vardır ve kullanılan makinelerin büyüklüğünün yanında bu siyah kutu oyuncak gibi kalmaktadır. Sadık bey makineyi vitrinden çıkartır ve nasıl kullanacağını anlatır. 9x12 ebadında cam üzerine çekim yapan bu makine artık Hikmet beyindir. Makineyle birlikte bir düzine cam ve almanca broşürünü de alır. Tek sorun kalmıştır, o da eczaların henüz gönderilmemiş olmasıdır. Broşürdeki eczaları arar ancak hepsini bulamaz. Tanıdığı bir kimya öğretmenine danışır ve farklı isimde ama aynı işi görecek ilaçlar temin edilir. Daha sonra bir fener satın  alır ve camcıya giderek koyu kırmızı cam taktırır.


Nihayet beklenen gün gelir. Her şey hazırdır artık ve Sadık beyin tarif ettiği şekilde birkaç fotoğraf çeker. Bunları banyo etmek için sabırsızlıkla geceyi bekler. Gece olur. Mutfağa gider, feneri yakar, camları banyo eder. Sonuç başarılıdır ve çok mutlu olur…

İstanbul’daki fotoğrafhanelerin kapılarını aşındırmaya başlar ilerleyen günlerde. Öğrenmek istediği şeyler vardır ama çalışanlar pek ilgilenmezler onla. Oysa o, başladığı bu işte başarılı olmayı kafasına koymuştur. İlkokul öğretmeni Âgah beye açar durumu. Bir şekilde bağlantılı olduğu Phebus Fotoğrafhanesine uğrayan Âgah bey, Hikmet’ten söz eder. Ücret almadan sırf kendini geliştirmek için okuldan çıktıktan sonra Phebus’ta gece geç vakitlere kadar çalışmaya başlar.

 “ O gün cumaydı. Mektep yoktu. Ortalığı süpürdüm, camları sildim, bu suretle fotoğraf atölyesinin ışık tertibatını da etüt etmiş oluyordum. Küvetler pis ve pas tutmuştu, çok lekeli idi. O zamanlar temizlik tozları olmadığından koşup çarşıdan ince kum aldım, küvetleri pırıl pırıl hale getirdim. Benden memnun oldukları için karanlık odada, cam, kağıt, banyo işlerinde çalıştırmaya başlamışlardı.

Artık atölyenin en mühim işlerini de yapıyordum.”

Kendisine gerekli tüm ayrıntıları öğrendikten sonra ordan ayrılır Hikmet bey.

Sanayi-i Nefise’ye girdikten sonra bu merakı daha da artar. Teknoloji de ilerlemiştir ve farklı objektifler icat edilmiştir. Hikmet bey de son sistem bir makine ve eski mimari eserleri fotoğraflayabilmek için bir objektif almayı düşünmektedir. Bir tesadüf bu isteğini kolaylaştırır.

Okuldan çıkmış Bâbıâli yokuşundan yukarı doğru çıkarken bir binanın önünde toplanmış kalabalığı görür. Merak eder durur, ne olduğunu sorar. Kapıdaki görevli, “Bir Türk ilk Türk fotoğrafhanesini açıyor. Bunun için memleketin ve hükümetin büyüklerine bir çay ziyafeti verilerek açılış merasimi yapılıyor,” der…Hikmet bey, kalabalığı yararak içeriye girmeye çalışır ama polisler engel olurlar. Fotoğrafhanenin sahibini görmek istediğini söylese de kimse aldırmaz. O da, “Mühim bir haber getirdim, iş memleket meselesidir, dediğimi yapmazsanız sonra mesul olursunuz,” diye dayatır. Sonunda kapıdaki polisi kararlılığıyla tedirgin eder ve orda beklemesini, gidip içeriye haber vereceğini söyler. Biraz sonra polis yanında güler yüzlü birisiyle gelir. Gelen kişi Rahmizade Bahaettin’dir ve fotoğrafhaneyi açan zattır. Hikmet beyin koluna girerek davetlilerin yanına götürür. Yürürlerken Baha Bey’e kendisinden, fotoğrafa olan merakından bahseder ayaküstü. Yenir, içilir, fotoğraflar çekilir ve geç vakit misafirler birer ikişer ayrılmaya başlarlar. Sadece temizlik görevlileri ve ikisi kaldıklarında Baha bey itinayla camları banyo etmeye başlar. Sonrasında da kurumaya bırakır.

“Bu resimlerden, çarşafının üst kısmını, yani pelerinini arkaya atmış bir hanımın resmi çok hoşuma gitmişti. Bunun bir an evvel kağıda basılmasını istiyordum. Baktım camlar kurumuştu. Baha bey’e o beğendiğim hanım resmini göstererek, “Müsaade ederseniz bunun rötuşunu ben yapayım” demiştim. Baha bey, “Aman Hikmet bey, o mühim bir zatın hanımıdır. Onu kendim rötuş ederek kağıda basmak istiyorum. İsterseniz size, başka vesikalık resimlerin klişeleri var, onlardan vereyim, rötuş yaparsınız,” demişti. İşin aslı, resmi bozarım diye korkuyordu. Ben ısrar etmiştim, “merak etmeyin, yumuşak kalemle çalışırım, gayet belirsiz rötuş yaparım, klişeyi kesinlikle bozmam. Beğenmezseniz matolanle temizlerim, küçük bir iz bile kalmaz,” demiştim. Nihayet Baha bey klişeyi istemeyerek, korkarak verebilmişti. Hemen işe başlamış ve çabucak bitirmiştim. Klişeyi Baha Bey’e verdim. Cebinden bir gözlük çıkardı, iyice baktı. Teşekkür ederim, çok mükemmel, dedi.”

Baha bey sonrasında, denemek için altı adet de vesikalık bastırır ve aralarında ton farkı olmadığını görünce  tebrik ederek istediği zaman gelip orda çalışabileceğini söyler Hikmet Bey’e. Dostlukları o gün orda başlar.

Bir süre sonra, Baha bey bir fabrikanın albüm çalışması için kendi makinesini vererek çekimler yapmasını ister. Dışarıdan bolca çekim yapan Hikmet Bey  iç mekan çekimlerinde zorlanır. Baha bey’i ikna ederek Avrupa’dan 18x24 geniş açı ve mimari fotoğrafların çekiminde kullanılan perspektif hatalarını düzelten bir objektif getirtir. Çekimleri tamamlandıktan sonra, Baha bey’de çalışmasının bedeli olarak o makineyi ve objektifi ona hediye eder.

“Bu makine hayatta parasız ve sıkıntılı anlarımda bana hep yardımcı olmuştu”

1.Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’ne gönderilir Hikmet Bey.. O dönemde negatif film olmadığı için onun yerine kullanılan camları yanında taşır. Komuta ettiği kayakçı birliğinin subaylarını, erlerini ve doğa görüntülerini fotoğraflar. Sürekli sırt çantasında bulundurduğu küvetleri kullanarak, çektiği fotoğrafları basar.

Savaştan sonra geri döndüğü memleketi İstanbul işgal altındadır. İngiliz kuvvetleri tarafından tevkif edilir. Müslüman olan Erzurumlu bir Ermeni vatandaşın ihbarı ile tevkif edilmiştir ve bir başka Ermeni avukatın savunmasıyla da hapisten kurtulur.

Geçinmek için çalışmak zorundadır. Aklına fotoğrafçılık gelir. Elinde makine objektif falan vardır ama dükkan açmak için parası yoktur. Bâbıali Caddesinde tabelacılık yapan ressam arkadaşının dükkanının arkasındaki boş odayı çok ucuza kiralar. Tamirat, elektrik tesisatı vs.için gereken parayı da müstakbel kayınvalidesinin Sultanahmet’teki arsasını tefeciye ipotek ederek aldığı iki yüz lira ile karşılar.

“Bu tarihe kadar Türkiye’de elektrikli resim alınan bir atölye yapmak kimsenin aklına gelmemişti. İlk defa İstanbul’da bu işi ben yapıyordum. İşler bitmiş, fakat ipotekle aldığım para da tamamen bitmişti. Fotoğrafhane’nin adını ‘Yer altı Fotoğrafhanesi’ koydum. Arkadaşım Atamyan büyük bir Amerikan bezi üstüne “Yer Altı Fotoğrafhanesi, Elektrikle resim alınır” diye yazdı ve Bâbıâli Caddesi üzerine gerdi. Vahan’dan biraz para alarak cam aldım ve tecrübe için birkaç resim çektim. Hepsi tahmin ettiğimden daha iyi çıkmıştı. Yallah bismillah diye işe başladık.

Fotoğrafhanede ilk işe başladığım zaman çok tuhaf günler geçirmiştim. Müşteri geliyordu, resim almak için, cam yoktu, para da yoktu. Makineye boş şasi koyarak resmini çekmiş olduğumu söylüyor, vereceğim günü ve makbuzu verip parayı aldığımda “Lütfen bu akşam bir defa uğrayın, olabilir ki resim iyi çıkmamıştır, tekrar alırım,” diyor ve aldığım para ile koşarak cam alıyordum. Resmini çektiğimi söylediğim zat akşamüzeri gelince, resmin iyi çıkmadığını söylüyor ve baştan resmini alıyordum. Müşteri de bu kadar dikkatli hareket ettiğim için çok memnun oluyordu. İşte bu sıkıntılar içinde işimi yürütüyordum.”

Hikmet Bey’ in işleri yavaş yavaş yoluna girmekle birlikte başı da beladan bir türlü kurtulmaz. Vitrinde sergilediği bir fotoğrafı zorla almaya kalkan, camı kıran Fransız Yüzbaşı’yı hırpalar. Hatırlı tanıdıkların yardımıyla kurtulur. Bunun hemen peşinden dükkanının bir bölümünü kiraladığı ressam arkadaşını döven iki İngiliz polisin döven Hikmet bey bir süre arkadaşının evinde saklanır ama olacak gibi değildir ve İstanbul’dan kaçmaya karar verir. Sahte kimlikle, kereste tüccarı olarak Ankara’ya yola çıkar.

Artık mimari eserler vereceği dönem de başlamış olur.

Bir süre, 1919’da yayın hayatına başlayan İleri Gazetesi’nde foto muhabiri olarak da çalışan Arif Hikmet Koyunoğlu mimarlık döneminde de fotoğraf çekmeye devam eder. Yetmiş yaşlarındayken uzun süre yurtdışı grup gezilerine katılır. Nerdeyse Avrupa’nın tamamını dolaşır. Artık dolaşamaz hale gelince evinde anılarını kaleme alır. Bir yandan da hayatı boyunca çektiği tüm fotoğrafları kendi karanlık odasında basar.

26 Temmuz 1982’de yaşama veda eden Arif Hikmet Koyunoğlu, İstanbul’da, annesi ile eşi için kendi çizip uygulattığı mezara gömülür.

Kaynak: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir Mimar –Arif Hikmet Koyunoğlu
Hazırlayan: Hasan Kuruyazıcı

Not: Fotoğrafları kitaptan çektim.
11.12.2010/İstanbul


19.04.2010

KORTEJO EVLERİ


Çok istememe karşın bazı özel nedenlerle açılışına  gidemediğim, Birol’ un, “Kortejo Evleri” Fotoğraf Sergisine dün gidebildim nihayet.

İstanbul’a baharın geldiği hissediliyordu. Güzergahımdaki binlerce lale tatlı esintinin etkisiyle kol kola halay çekiyorlardı. Ve nergisler…Kokuları arabaya kadar ulaşmadı ama “Yılmaz Manav” dan alınmış bir demet nergisin odayı dolduran kokusuna uyandığım sabahın anısını ulaştırdı bana. İçim ısındı.

Şişhane’ye yaklaşınca çantamdan adresi yazdığım ve şeytandan sonraki en büyük alim olan Hz.Google’dan bulup çizdiğim krokinin olduğu A4 kağıdı çıkardım. Bankalar Caddesi’ ni iyi bilirim ama sokaklarını ııh! Krokiyi evirdim çevirdim ama bir vefk kadar anlaşılmaz geliyordu gözüme. Yeteneksizliklerimi sıralarsak ilk sırayı adres bul(a)ma(ma) alır hiç tartışmasız. Enstrüman çalma konusundaki yeteneksizliğim bile ikinci sırada kalır ancak.

Aracı durdurup sokak adını sorduğum üç kişiden hiç biri sokağı bilmiyordu ve sergi salonunu da. Aşağıda Karaköy görününce, “ben ineyim” dedim ve indim araçtan. İlk şaşkınlığımı o an yaşadım! Tam indiğim noktada, tabela, Avusturya Hastanesi’ni işaret ediyordu. Tabelanın altında da Sergi Salonu! Bu bir mucizeydi. Sanırım, Allah, bunca yıldır adres bulma konusundaki salaklığıma son vermişti artık. Ya da bir defalık bir izin, bilemeyeceğim artık.

“Eliyle koymuş gibi bulmak” sözü benim de yaşamıma girmişti sonunda.

Sinegog’dan bozma salonun kasvetli olacağı ön yargım daha kapıya geldiğim an silindi. Kapının tam karşısındaki pencereden gelen güneş ışığı karşıladı beni.

İçeri adım atınca günün ikinci şaşkınlığını yaşadım. Günlerden pazardı. Hava günlük güneşlikti ve ben salonun kalabalık olacağını düşünmüştüm nedense. Hatta fotoğraf sitelerinden aşina olduğum yüzlere rastlarım diye de düşünmüştüm ilk düşünceme artı olarak.

Hiç kimse yoktu.

Acaba ben mi geç kalmıştım? Herkes serginin açıldığı ilk günlerde koşturup gelmişti belki de. Umarım böyle olmuştur.

Soldan ilk fotoğraftan başladım izlemeye. Ancak bir sonraki fotoğrafa geçmek hiç de kolay olmadı. Fotoğraflar çekip alıyor içine resmen insanı. Ne kadraja sığdırılan bitiyor izlemekle ve ne de kadraja sığmayan. Her fotoğrafın ardalanı çok derin. Yolculuk bitmek bilmiyor bir türlü. Bir dönemi, bir devri, bir tarihi araştırtmak, sorgulatmak için kışkırtıyor her bir fotoğraf insanı. Bundan başka, sadece fotoğrafın izlenmediğini aynı zamanda okunduğunu da fark ediyorum. Her fotoğrafın özgün bir de hikayesi var.

Yoksulluğun dini, ırkı, cinsiyeti yok. Yalnızlığın da…Yoksulluktan yoksulluğa el değiştiren evler.

Ve kediler.

Özellikle sokak kedileri, birlikte yaşamak için  kimi seçeceğini çok iyi bilir.

 “Dünyanın çatısı yok, sokakların, parkların çatısı yok. Bazen güneş yağıyor kedilerin üstüne, bazen yağmur ve her zaman bizim bencilliğimiz.” (Haydar Ergülen)

Paylaşılan derme çatma da olsa çatılar, yağmurun, karın girdiği, yelin üfürdüğü çatılar ama bencilliğin asla giremediği çatılar.

Görünmeyen “güzel atlar”, bekledikleri avlulardan göçmeye başlamışlar birer birer ve  kapılara da birer kitap asmışlar, mühür şeklinde birer kitap. İster tarih kitabı olarak oku, ister hikaye kitabı olarak…

Yüreğine sağlık Birol.

Not1: Sergiyi bi başıma dolaşmam, sonradan bencilce bir keyif verdi bana. Epey uzunca sürdü yolculuğum. Hatta kapıdaki görevli beyefendi birkaç defa gelip bakma gereğini duydu. İçerde öldüm kaldım mı sandı ne…
 Not2: Fotoğrafları fotoğraflardan çektiğim için kayıplar olabilir. Birol'dan orjinalleri isteyebilirdim ama kendi çektiklerimi yüklemeyi yeğledim.