8.09.2009

Karnıyarık-Salıncak-Otoportre Üçlemesi

Aile büyükleri bir araya geldiğinde, neden hep benim küçükken ne çok yaramaz olduğum gündeme gelir hâlâ anlamış değilim.

Yok ikide bir yakınımızdaki okulun çeşme yalağına girermişim üstümle başımla da konu komşu “sudan çıkmış sıçan” gibi getirirmiş eve, yok kümesteki tavukların yumurtalarını kırıp içermişim, yumurtaları kümese dadanan gelincik halletti sanırlarmış, yok ev misafir doluyken divanın altındaki sepeti çekip orta yere döker utandırırmışım ev halkını, yok masa örtüsünün, yatak örtüsünün ve bilumum işlenmiş ne varsa, makasla, işlenmiş çiçeklerini kesip çıkartırmışım, yok benden 15 ay küçük kardeşimi doyurmak için ağzına üzüm doldurmuşum ölüyormuş çocuk ve daha neler neler…

Şimdilerin “oyun bahçesi” denen kafesinin büyük boyundan yaptırtmış babam marangoza sonunda, 2 metreye iki metre. Altına da ince bir yatak diktirmişler pamuktan ve oraya hapsetmekte bulmuşlar çözümü. 
 
Okan’ ın “otoportre” başlıklı konusunun altına eklendiğimden beri aklımda dolaştırdığım salıncak mevzuu vardı. Sonki toplanmada dayanamadım sordum:

-Hiç aklınıza gelmedi mi bahçedeki ağaçlara bi salıncak kurmak?

Annem hemen atladı.

-Evde vardı salıncağın. (Çingene beşiğinden söz ediyor) Düşmeyesin diye bağlamıştım üstelik ama yine de nasıl becerdin ettin masanın üstüne düştün. Hem de ocaktan yeni indirdiğim karnıyarık tenceresinin üstüne. Yüzün fiske fiske kabardı sandım, ödüm koptuydu. Kaptığım gibi kapı komşumuz Feride hanıma koşturdum. (Feride hanım da veteriner bu arada, onu da belirteyim) Meğerse yüzündekiler yemeğin soğanlarıymış da rahat bir nefes aldık. Bi daha mı salıncak; tövbe!

Karnıyarık soğanları, yani benim salıncağa binmeden büyümemin müsebbibi. Suçlu bulundu sonunda:) (“Müsebbib” deyince aklıma nedense, eni, boyu, yüksekliği nerdeyse eşit olan “Osmanlıca” sözlüğüm geldi. Mesajım gideceği yeri bilir:)

-Peki Van’da ya da İstanbul’a geri dönünce neden gelmedi aklınıza, diye sorduğumda da alacağım cevabı biliyordum az çok. Yanılmadım:

-Van’da kardeşin doğdu, öldü, biliyorsun. Onun hastalığı ve ölümünden sonrasında aklımıza bile gelmedi ki. İstanbul’a döndüğümüzde de okula başladın hemen, büyümüştün artık!

Tam burada, bi daha yazmaya üşendiğim için Okan’ a yazdığım yorumu eklemek istiyorum:

“Van Gogh, yakın arkadaşı Paul Gaugin'le araları açılınca kulağını kesmiş(Bir rivayete göre Gaugin' in Van Gogh'a ders vermek için kestiği de söylenir)ve sarıp sarmaladıktan sonra da hemen aynadaki görüntüsünü tuvale aktarmaya başlamıştır.Kulağı hocanın kavuğu gibi sarılı ve acı çekiyorken kendi yüzünün resmini yapması, elbette ki ilerde Gaugin'e gösterip:"Bak ben senin yüzünden ne acılar çekmiştim, hain!" demek için değildi.

Peki nedendi?

Van Gogh, yazılıp çizilenlere göre rahatsızdı ve gel-gitler yaşıyordu. Hayatının bir döneminde, her biri diğerinden özgün otoportreler yapması da gerçeği/özünü aradığını fısıldıyor sanki. Zaman geçiyor ve zamanın her diliminde rusal durumu farklılıklar gösteriyor. Peki, zamana rağmen değişmeyen/değişime direnen bir ayrıntı var mı? Bir çeşit arayış yani.

Yine bir ressam. Adı aklıma gelmedi. Çocukken çok ağır hastalıklar geçiriyor. hem bu hastalıklar ve hem de sonrasında geçirdiği kazadan dolayı ciddi ve kalıcı hasarlar oluşuyor bedeninde. Tarifsiz acılar, ağrılar çekiyor sürekli. Yaptığı bir resimde, kendisini, avcıların oklarla delik deşik ettiği bir ceylan olarak tasvir ediyor. Ceylan, avcılar, oklar...Açılımları kitap yazdırır.

İzlenimcilik ve dışavurumculuk resimde olduğu gibi fotoğrafta da kullanılan akımlar, biliyorsun Okan.
 

Otoportre dışavurumdur.

(Tabii ki, "vesikalık" fotoğraftan öteye gitmeyen, duygusu, anlatısı, düşündürücülüğü, kısaca derdi tasası olmayan otoportreleri kastetmiyorum.Onlar olsa olsa insanın doğasında olan, bazılarının bastırdığı bazılarının ise dibine kadar kullandığı teşhirciliğin aktarım biçimi olabilir ancak.


Otoportre;
iç hesaplaşmanın,
insanın bazen kendisiyle bile paylaşmadığı, bilinçaltındaki korkularının,paniklerinin, hatta sevinçlerinin,
fantazilerinin,
vs.
dışavurumudur.


Kendimden biliyorum. Çocukken, benle konuşan "korku çiçeklerim" vardı. Aileyi Merkez Efendi'deki hocayla psikiyatr arasında kararsız bırakan, hatta bölen çiçeklerim :)Hala arada kokularını duyarım görmesem de. Çok didikledim, öyle bir çiçek yok bu coğrafyada. AMA VARDILAR! Şiddetle çekmek istediğim bir konu bu ayrıca...


Dışavurum, sadece kendi suretindeki aktarımla da olmuyor, sen de iyi bilirsin.


İstanbul'da doğdum ama 5 yaşıma kadar Sakarya ve Van'da yaşadım. İstanbul' a döner dönmez de okula yazdırıldım. Hiç salıncağa binmeden geçen beş yıl. Sonrasında okumanın büyüsünün salıncağa galip geldiği dönem. Darbe öncesi, darbe sonrası derken büyüdük ve salıncağa binecek yaşımız geçti.(2 yıl önce Antalya'da bindim salıncağa bu arada:)
Neyse.

Fotoğraf çekmeye başlayana kadar, hatta, şu parklardaki kırık, zinciri kopmuş salıncakları fotoğraflayana kadar rahattım. Sonrasında kendimi sorgulama dönemim başladı. Sorgulama sonrasında yüzleşme.

Tek bir karem var sağlam salıncak ile. Onda da model yok. O an için modelli çekme olanağım vardı ama çekmedim. Sanırım o salıncağa kendimi oturtmak istedim. Onun için boş olmalıydı!

Konu uzun zaman dar Okan, çalışmam lazım...Şimdilik bu kadar:)

13.08.2009 16:52 “

Ve, tamamını okumak isteyen için linki: İNSAN VE İMGE
                                                                                                                                                                                                                                     


1 yorum:

  1. (“Müsebbib” deyince aklıma nedense, eni, boyu, yüksekliği nerdeyse eşit olan “Osmanlıca” sözlüğüm geldi. Mesajım gideceği yeri bilir:)

    Osmanlıca sözlüğüm iki cilt ve kahverengi kadife ciltlenmiş olarak geri geldi. Nefis olmuş, nefis...

    :)Eline, emeğine sağlık Dost' um.

    123456

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.