1…“Yusuf’umun
sözleri de gözleri de tavanda, üstünü örttürmem”
Benden sakladın benden sakladın benden sakladın benden sakladın
benden sakladın benden sakladın
Saklamadım saklamadım saklamadım saklamadım saklamadım saklamadım saklamadım
“Sadece
nasıl anlatacağımı bilemedim.”
Elindeki
telefonu ne yapacağını bilemedi bir an için. Masanın üzerindeki petrol yeşili
ahşap kutunun üstüne bıraktı sonra.
Petrol
yeşiliydi yün kazak. Bugün de almamışlardı. Oysa ne çok üşürdü Yusuf. Emaye kömür
sobasının arkasındaki divanı kimseye kaptırmamak için erkenden yatardı. Kitap okurken de minderini sobanın yanına
çeker, kitaptan başını kaldırdığı zamanlarda sırtını sobaya dayardı, tavana
bakarken. Uzun uzun tavana bakardı, ta ki sırtı yanana kadar. Sanki
okuduklarını anlatırdı tavana. Dudakları oynardı bazen, içinden konuşurdu belki
de. Annesi, ölene kadar tavanı badana yaptırtmamıştı” derdi, yaşlar
yanaklarındaki derin kırışıklıklara takıla takıla süzülürken. Tavandan dökülen
Yusuf’unun sözlerini, gözlerini telaşla alır, avucunda okşar, yıkanmaktan iyice
incelmiş mavi boncuk oyalı tülbendine özenle yerleştirir ve çeyiz sandığına
kaldırırdı.
“Almadılar
değil mi? Söylemiştim sana kızım, ‘içeriye almazlar’, diye. Boşuna günlerdir
bekliyorsun burada. Birkaç güne mahkemeye çıkartırlar zaten. Suçlu da bulunsa,
tahliye de olsa güçlü olmalısın. Şu haline bak, uçukların çok kötü, burnuna
kadar yayılmış. Git evine. Giderken de şap al, iyi gelir uçuğa.”
Oğlu
Nezir, Yusuf’tan bir gün önce gözaltına alınmış. Kaç gün önce anlattığını
hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı. Anlatırken arada gülüyordu kadın. Sadece o
anlarda, o da şaşkınlıktan bakıyordu kadının yüzüne.
“Badana
yapmıştı Nezir’ im. Ev, ne olacak işte iki göz oda, hemencecik bitti badana.
Bizimki artan kireç ziyan olmasın diye mahallede yazmadık duvar bırakmamış.
Sabah uyandık ki bizim evin kapısına da yazılmış: ‘İhtar 1’ diye. Düşün, taşın, en
sonunda çözdük olayı. Alışveriş yaptığımız nalburun oğlu karşıt görüşlüydü. Kirece
kattığımız boyanın renginden anladılar herhalde.”
“Ondan
mı gözaltına alındı oğlunuz?”
“Yok,
yasak yayınla yakalanmış.”
“Yasak
yayını okumak suç mu?”
“3714
adet olunca suç.”
Bunu
söylerken de gülmüştü Kadın.
Bu
defa yüzüne bakmadı kadının. Siyasi şubenin kapısından içeriye bakıyordu. En
dipte bulunan Atatürk büstüne, büstün bıyık altından gülümsemesine takılmıştı
gözleri.
Babaannesi
geldi aklına. Yoksulluktan yaz kış aynı siyah mantoyu giyen, aynı siyah
başörtüsünü takan babaannesi. Özellikle yazın, o siyah yün mantoyu her
giymesinde;”kafir mendebur” deyişi!
“Acıya
alışılmıyor kızım. Sadece acıya karşı tecrübe kazanıyor insan; hepsi bu!”
Sinir
olduğu bu kadın ve oğlu Nezir’ in ilerde hayatında ne denli önemli yer
tutacağından habersizdi henüz ve son cümlesine de kızdı.
Sekiz
Yıl
Sürmüştü
Mahkeme
.
Altı ay sonra, davanın temyizden dönüşünün on yedinci
gününde teslim almışlardı:
Mektubunu,
Parkasını,
Botlarını,
Yedi lira yirmi beş kuruş parasını
Ve diğer eşyalarını…
Öncesiyle,
sonrasıyla sekiz buçuk yıl kaç yılda anlatılabilirdi ki?
2…“Oğlum!”
dedi, kediyi okşayarak.
Gözlerinin
daldığı masaya, üst üste yığılmış anıların en üstüne kırmızı bir gül düştü.
Gülün sapını tutan eli, işaret parmağıyla orta parmağının ek yerinden başlayıp
bileğe kadar uzanan belli belirsiz yara izinden tanıdığından hiç başını
kaldırmadan gülü aldı Elif. Kokladı. Gülümsedi.
“Hiç
duymadım geldiğini Metin, kusura bakma, dalmışım.”
Başını
kaldırdığında, masadan kopardığı anılar sol gözünden tek bir damla olarak
süzüldü, aktı. Yine bulutsuz gökyüzü gibi masmaviydi gözleri.
“Annen
söylemişti geleceğini ama telaşeden unuttum gitti.”
“İlkten
sana uğradım.”
“Sağ
ol. Nezir’ e gideceğim bu akşam iş çıkışı. Öğlende alışveriş yaptım. Kitap da
aldım. Sen de gelir misin?”
“Gelirim
elbet. Epey oldu görüşmeyeli. Hâlâ aynı mı?”
“Artık
“doktor” lafı ettirmiyor. Ben de yoruldum zaten. Dünyaya geri döndüğü nadir
anlarda, yine abimin cellâdını bulup öldüreceğini söyleyip duruyor. “Hâlâ
yaşıyor, biliyorum” diyor. Cellâtların gömüldüğü mezarlığı bulmuş. Sayıyormuş.
Mezar sayısında artma yokmuş. Evi annesi öldüğünden beri ne temizledi ne de
temizlettiriyor. Yattığı oda nerdeyse tavana kadar kitap, gazete doldu. Son
gittiğimde takıldım: “Devrilseler altında kalıp ezileceksin” diye.
Onu
dinlerken camın önündeki vazoların arasından çıkan kediyi izliyordu Metin. Gri,
kısa tüylü kedi ortaya çıktıktan sonra ön patilerini öne doğru uzatarak gerindi
uzun uzun. Sonra sırtını kamburlaştırdı ve salına salına gelip Elif’ in
kucağına atladı. Bir süre kucağında döndükten sonra uygun pozisyonu bulmuş
olmalı ki oturmaya karar verdi. Kafasını sallaya sallaya yüzünü sokacak yer
açtı sol kol dirseğinin içinde ve öylece kaldı.
“Kuzey
bu. Oğlum”
“Çok
güzel bir kedi.”
“Oğlum!”
dedi, kediyi okşayarak.
Kedi
keyiften mırıldıyordu.
“Giysilerim hiç küçülmüyor anneciğim.
Sütümü sen içirmediğin için küçülmüyor, biliyorum ben. Giysilerim hemencecik
küçülsün istiyorum ben. O zaman yolları bilip sana gelebilirim”.
Kedinin
çenesini bulup yüzünü açığa çıkardı Elif, burnundan öptü. Burnu ıslandı
kedinin. “Yavrum benim”, diye
fısıldadı kedinin burnunu silerken. Kendi gözlerini silmek aklına bile gelmedi.
Annesi
tüm olanı biteni harfiyen aktardığı, tüm gelişmeleri bildiği halde, Metin yine
de sorma ihtiyacı duydu:
“Kuzey’le
görüşebiliyor musun Elif?”
Elif
şaşkınlıkla, “Duymadın mı?”, dedi.
Hakan,
daha fazla şaşkın, “Yok, duymadım”, dedi kekeleyerek.
“Neyse”,
dedi Elif, “Giysilerinin küçülmemesinden şikayetçi. Sütünü ben içirmediğim için
giysilerinin küçülmediğini, yani büyüyemediğini düşünüyor. Giysileri küçülünce
büyüyecekmiş aklı sıra ve bana gelebilecekmiş o zaman!”
“Anladım”,
dedi Metin, anlamadığı halde.
Elif
kediyi okşamaya başladı yeniden.
“Apar
topar evlendiler, biliyorsun oğlum”, demişti annesi, “kızcağız nasıl
anlatacağını bilememiş işte. Elif, ‘Ben ağabeyimden utanmıyorum Rezzan abla,
tam tersine gurur duyuyorum. Sadece uygun zamanı bekliyordum anlatmak için.
Ciddi bir konu. Öyle, pat diye abim asıldı benim diyecek halim yoktu ya. Abimle
karşıt görüşlüymüş üstüne üstlük. Bunu da evlendikten sonra öğrendim. Anlatmak
daha da zorlaştı’ demişti. Zaten şunun şurasında ne kadar evli kaldılar ki?
Sonra adam duyduğu zaman delirdi, ayrı yaşıyorlardı o zaman, daha
boşanmamışlardı. Buraya geldi, etmedik hakaret, evde kırıp dökmedik eşya
bırakmadı. Sonra da çekti gitti İngiltere’ mi ne, oraya işte. Ordayken
boşandılar. Bir süre sonra oğlunu özlediğini söyleyip yanına istedi, tatil yapsın
diye ama yollamadı geri. Hepsi üç dört ay içinde oldu. Bir yılı geçti,
yollamıyor oğlunu. Kızcağız perişan oldu. Başvurmadık kapı bırakmadı. Avukata
verdi sonra ama uzun sürermiş dava, hem de çok masraflı olurmuş. Nasıl altından
kalkacak bilemiyorum.”
Dükkâna
geleli nerdeyse bir saat olmuştu. Hiç müşteri gelmediğini fark etti Metin.
Vitrindeki çiçekler de pek taze görünmüyordu. Elif’ e verdiği gülü zor seçmişti
aralarından.
“Akşama
bir şey kalmadı, sen annene görün istersen. Ben de gazete alayım Nezir’e bu
arada. Sonra çıkarız.”
“Tamam,
kalkayım ben. Gelirken gazete de alırım, sen yorulma.”
3… Gazeteleri
asmadılar bir tek.
“Kağıdı
vardı Yusuf’un, bir de kurşun kalemi. Kağıda yazardı önce, sonra da okurdu
okurdu, aklına yazınca silerdi yeniden yazardı. Tek yaprağa binlerce sayfa
yazdıydı. ‘Çıktığım zaman bastıracağım’, derdi hep. Yazdıklarını da astılar!
Sonra da gömdüler.”
Karşısında
görünmeyen bir kitap varmış da ondan okuyormuş ya da daha önce üzerinde
düşünmüş, kurgulamış hatta prova bile yapmış gibi hiç takılmadan anlatıyordu
Nezir. Arada vurgu maksatlı sesini yükseltiyor, bazen de fısıldar gibi iyice
alçaltıyordu. Tek değişmeyen karşısındaki gazete dağına sabitlenmiş
bakışlarıydı.
“Yazılana
börtü böcek bile saygı duyar, toprağın altında kemirmez yazdıklarını. Sahi,
yazdıkları harf harf mi karışır toprağa yoksa kelime kelime mi? Belki de
paragraf paragraf karışmıştır toprağa. Bir defasında, ‘ben hiç aşık olmadım,
kimsenin elini sevgiyle tutmadım, biliyor musun’, dediydi de, ben de ona, daha
önümüzde uzun yıllar var, aşık da olacaksın, yarin elini de tutacaksın, hatta
bıkacaksın, dediydim. Gülmüştük uzun uzun. ‘Gül de veririm değil mi? Ama
gazeteye sarmam, gazetelerden kan akıyor oluk oluk, beyaz kağıt bulurum’
dediydi sonra. Yarini de astılar. Gülünü de. Gazeteleri asmadılar bir tek.
Temiz olan her şeyi astılar. Mezarlarda biten güller var ya, onlar yare
verilememiş güller. Börtü böcek onları da kemirmez, saygı duyar.
Sustu
Nezir. Dikkat kesildi. Başını ani
hareketlerle bir sağa bir sola çevirdi. Yeniden sağa çevirdiğinde yüzünü
buruşturdu. Elleriyle kulaklarını kapattı. Elif’le Metin’de, Nezir’ in baktığı
yöne bakarak ve soluklarını tutarak onun gördüğünü görmeye ve duyduğunu duymaya
çalıştılar. Nezir, dizlerini karnına doğru çekmiş, elleri kulaklarında, başını
dizlerinin arasına gömmüş, bağırmaya başlamıştı:
“Geldiler
işte, gene geldiler. Hepimizi öldürecekler.”
Elif,
Nezir’ e doğru yönelmişken Metin tuttu kolundan. Başıyla işaret etti, ‘dokunma’
diye.
Nezir
sanki etrafında kendisine saldıranlar varmış gibi kendisini korumaya
çalışıyordu. Görünmeyen birilerini itiyor, arada yumruk sallıyordu.
Meydana bakan ne kadar bina varsa hepsinin çatısından
ateş ediliyordu. Yağmur gibi yağıyordu boş kovanlar. İnsanlar panikle her yöne
kaçışıyorlardı. Bir kısmı vurulup, bir kısmı birbirine çarparak düşüyordu.
Kalkanlar, kalkamayanlar, ezilenler, toz duman, silah seslerine karışıp
uğultuya dönen çığlıklar… Kulak zarları zorlanmaya başlamıştı Nezir’ in. Bir
çocuk gördü yerde. Boş kovanları topluyor, topladıklarını cebine koyuyordu.
Seslendi çocuğa, “kaç oradan” diye. Sesi vuruldu, düştü, ulaşamadı çocuğa.
Fırladı yerinden, koşmaya başladı. Çocuğa ulaştığında silah sesleri susmuştu.
Derin bir sessizlik çöktü toz dumanın üstüne, o da çöktü. Çocuğun elindeki ve
cebindeki bütün kovanları aldı, attı. İki kişi gördü, nerdeyse üst üste
yıkılmışlardı. Bir kısmı altta kalmış pankartı “Tam bağımsız Türkiye” yazısı
okunacak şekilde üstlerine örttü. Çocuğun elini tuttu sıkı sıkı bayır yukarı
yürümeye başladılar.
Sırtını
dayadığı duvarın az ötesindeki kapı pervazının dibine uzandı Elif. Parmaklarını
pervazın dibine, yere sürdü. Metin’e uzattı elini sonra. “Yine ağaç kurtlarıydı,
duydum kemirme seslerini” dedi.
Metin,
dertop olmuş Nezir’ i oturduğu mindere yatırmaya çalıştı. O kadar kasılmıştı ki
epeyce uğraşması gerekti. Sonunda başardı, üstünü de örttü.
“Çok
yoruldu”, dedi Metin, yerine otururken. “Nasıl bir dönemden geçtik? Sadece
bedenlerimize değil, hücrelerimize kadar işkence gördük sanki. Fiziki
işkencenin izi geçiyor zamanla da hücrelerimize işlemelerinin bedeli ağır oldu.
Çocuklarımız bile bedel ödüyorlar.”
“Kuzey
gibi!..Nezir’ in annesi,”Acıya alışılmıyor, sadece tecrübe kazanılıyor”
demişti, haklıymış.”
“İnsanın
yenilgilerinin, acılarının, kaybettiklerinin toplamı tecrübe. Mutluluğun
tecrübesi yok!
“Neyse,
biz de yorulduk, bir çay demleyim ben.”
“İstersen
çayı bizde içelim. Annem oturuyordur daha.”
“Olur
ama önce dükkana uğramam lazım. Kuzey’ i alacağım. Gece korkar.”
4… Konuşulanlar dağılmadan birikmeye
başlamıştı üst üste.
“Anneni
kahrından öldüren Yusuf’ un asılması değildi kızım. En yakınları elini eteğini
çekti. Kardeşleri bile uğramaz, telefonlara çıkmaz oldu. Ben kendi kulağımla
duydum, enişten, “ne halt etmiştir kim bilir, durduk yerde asmazlar adamı”
demişti cenazede. “
“Bilmem
mi Rezzan Abla. Annemi toprağa verdiğimiz zaman lütfen camiye geldiler. Ne mezarlığa
ve ne de sonrasında eve uğramadılar bile.”
“Sandığı
duruyor mu?”
“Sandığa
doldurduğu Yusuf’ un öteberisini dağıttım hep. Sandığı da eskiciye verdim. Ağaç
kurtları delik deşik etmişti zaten. Sadece tülbendine itinayla yerleştirdiği
tavandan dökülen badana parçalarını sakladım. Hani, hep derdi ya, ‘Yusuf’umun
sözleri de gözleri de bu badanada’ diye, onları işte. Kadife kaplı şeker
kutusuna koydum, yatağımın başucunda, şifonyerin üstünde duruyor”
Konuşulanlar
dağılmadan birikmeye başlamıştı üst üste. Küflenmiş limon kokusu geldi burnuna
Metin’in. Kalktı camı açtı. Başını dışarı uzatıp derin derin nefes aldı. Sokaktan
ağır ağır geçen, arada sanki izlenip izlenmediğini anlamak ister gibi dönüp
arkasına bakan köpeği izledi gözden kaybolana kadar. Babasının dükkânına
takıldı köpeğin ardına takılan bakışları geri dönerken. Baktı uzun uzun. O
karanlıkta dükkânın içinde sandalyeye oturmuş babasının işini bitmesini
bekleyen, kısa pantolonlu, saçları ıslatılarak zorla yana yatırılmış, elindeki
pamuk şekerini yüzüne bulaştırmamak için dikkatle yemeye çalışan çocuğu gördü.
Gülümsedi. Yüzüne yakışmış gülümsemeyle döndü odaya.
“Hasan
ağabey bu ay mı boşaltacak anne bizim dükkânı?”
“Önümüzdeki
aya sarkacakmış galiba oğlum.”
“Elif,
dükkân boşalınca sen taşınsana bizim dükkâna. Tam dört yol ağzında. Çok işlek
de burası, biliyorsun. Senin dükkân biraz sapa kalıyor sanki. Hem eve de yakın.
Bence hiç düşünme, Hasan ağabey çıkar çıkmaz taşın.”
Elif,
yüzünde odaya yeni gelmiş ve söylenenlerin son birkaç kelimesine yetişmiş, konuyu
anlamaya çalışan bir ifadeyle, gözlerini kısarak baktı Metin’in yüzüne.
Telefonun
sesi üçünü de irkiltti, geceye döndüler.
“Bu
saatte, hayırdır?” dedi Rezzan.
Elif,
çantasından aceleyle telefonunu çıkardı. Ekrana şaşkınlıkla bir süre baktıktan
sonra aceleyle açtı.
“Kuzey’e
bir şey mi oldu?” derken sesi kısık ve ürkekti. “Yok, hepsi yapıldı. Okula
başlayana kadar başka aşısı yok.”dedi. “Kuzey’le konuşayım, iki dakika,
lütfen!”
Telefon
kapandı. Kuzey hızla binlerce kilometre uzağa gitmişti yine.
“İneyim aşağı ben. Kuzey yalnız, uyanırsa korkar!”
5… İlk isyan o gece çıktı koğuşta,
biliyor musunuz?”
(Duvardaki
takvime baktı,) 2 Nisan’ı buruşturup bıraktı kül tablasının içine. Balkona
çıktı. Sokaktaki tüm evler apartman olmuştu ve mevsimler anlaşılmasın diye
bütün ağaçlar kesilmişti.
Mandalinayı
budamakta yine geç kalmıştı işte, tomurcuğa durmuştu. ‘Yine taşıyamaz bu kadar
mandalinayı, döker’ diye geçirdi aklından. Sardunyaların topraklarını kabarttı,
mor salkımın kurumuş ince dallarını kırdı. Maydanozlar toprağı delip çıkmıştı
ama filizler tohumları atamamıştı henüz. Başlarında şapka, boynu bükük
insanlara benzetti onları.
“Volta atarken bir ayrık otu bulmuş
Yusuf, köklüymüş. Koğuşa getirdiydi. Remzi vardı, tahliye olduğunda
postallarını bırakıp gittiydi. Her şeyini bırakıp gittiydi aslında, adettendir.
Ayrık otunu ekecek bir şey aradık bulamadık, Remzi’ nin postalının tekine yerleştirdik
güzelce. İçini doldurana kadar, tüm koğuş, havalandırmadan cebimizde toprak
taşıdık günlerce. Gündüzleri camın önüne koyardı otunu güneş alsın diye.
Yatarken de ranzasının altına… Gece, uyuyana kadar fısır fısır konuşurdu onla.
Bir gece aramasında gördü Medet iti
ranzanın altında postalı. Bi tekmede devirdi, ayrık otunu da ezdi ayağıyla. İlk
isyan o gece çıktı koğuşta, biliyor musunuz?”
Begonyanın
dibinde biten yabani otlara hiç dokunmadı Elif.
Kuzey,
balkonun güneş alan sol köşesinde, yerde yuvarlanıp duruyordu keyifle.
Çöpe
atılacakları toparladı. Mutfağa yönelmişken üst üste, ısrarla çalan zil sesi
salonun ortasında durdurdu. Elindeki çöplerle açtı kapıyı. Nezir, elleri
kapının kolunu sımsıkı kavramış şekilde kapıyla birlikte girdi içeri. Kapının
kolunu bırakınca da dizlerinin üstüne çöktü.
Elif
kapıyı kapatırken Nezir’ in gözlerindeki ışıltıyı fark etti, ürktü. Yüzünde de
tuhaf bir gülümseme vardı.
“Öldürdüm
onu!”
Ayağında
ılık bir şeyin gezindiğini hissetti Elif, eğilip baktı, kandı. Nerden geldiğini
anlamaya çalıştı. Elindendi. Kuru dalları sıkmış olmalıydı. Ellerini gevşetmeye
çalıştı ama beceremedi, kilitlenmişti.
“Demiştim
değil mi sana, öldüreceğim onu diye.”
“Nasıl?..Nerde?”
Zorla
çıkmıştı ağzından sorular. Nezir’ e ulaştığından emin olmak için dikkatle
izledi tepkisini Elif.
“Yakaladım
onu sonunda. Aksaray’da kocaman bir market açıldı ya, onun duvarına dayamış sırtını
oturuyordu. Pişkin pişkin gülümsüyordu. Eve getirdim. Sabaha kadar yalvardım.
Pişman olduğunu söyleseydi asmayacaktım ama söylemedi. Tek kelime etmedi.”
Elif,
ellerinin gevşediğini hissetti. Kuru dallar, yapraklar döküldü yere. Eli
kanamaya devam ediyordu. Ellerini kaldırıp açarak boş boş baktı.
Kapı
zili çaldı. Ellerindeki boş bakışlar kapıya yöneldi ve boşa çıkan ellerini
arkasına sakladı Elif.
“Geldiler,
polisler geldi, beni alacaklar” dedi Nezir. Sakindi.
“Elif,
benim!”
Kapıya
koştu Elif, açtı. Metin’di.
“Dün
gece netleştirmedik şu dükkân…”
Cümlesini
bitiremedi.
“Nezir.
Ne işin var senin burada? Neler oluyor Elif?”
“Onu
öldürmüş.”
Nezir
ayağa kalktı. Bacaklarını sıvazlayarak pantolonunu düzeltti. Parmaklarıyla uzun
saçlarını taradı sonra.
“Yusuf’
un ayakucuna gömeceğim onu. Eğer gömemeden yakalanırsam siz gömün!”
Metin
evin kapısını kapattı hızla.
6… İlk defa Yusuf’ u gördüm rüyamda.
“Kapıyı
da açık bırakmışsın Nezir”
Arabada,
elleri bacaklarının arasında, başı öne eğik tek kelime konuşmadan oturan Nezir,
başını kaldırıp eve baktı.
“Anahtarı
bulamadım. Bir daha eve giremem diye açık bıraktım işte”
İndiler
arabadan. İçeri girdiler. Holdeki, küçük odaya açılan kapının solundaki gazete
yığını devrilmişti.
“Nerde?”
Başıyla
küçük odayı işaret etti Nezir.
“Siz
durun burada.”
Metin
yere saçılmış gazeteleri ayağıyla yana iterek kapıyı araladı, içeriye girdi.
Tavanın ortasından, avizenin asılı olması gereken yerden sarkan ipin ucunda bir
vitrin mankeni sallanıyordu…
Holden
Nezir’ in sesi geliyordu.
“Bütün
gece oturdum. Sabaha karşı içim geçmiş. İlk defa Yusuf’ u gördüm rüyamda.
Yağmur yağıyordu şakır şakır. Taksim Meydanı’nda, bir şemsiyenin altında gül
veriyordu güzel bir kıza. Bembeyaz bir kâğıda sarmıştı ıslanmasın diye. Öyle
mutluydu ki…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.