9.02.2015

IŞILTILAR




Buzlu çayda ürettiği, beslediğini söylediği bakterilerini mikroskopla incelerken yüzündeki “ışıltılı” gülümsemeyi izlemekten keyif alıyorum Emre’nin. Net olarak göremiyormuş. Işıltılar halinde hareket etmelerini izlemek de onu keyiflendiriyormuş. “Düşünsene, göremediğimiz böyle binlerce ışıltı geziniyor vücudumuzda,” diye özetlemişti bir defasında heyecanla.

Işıltı suretinde bir bakteri insanı bu denli heyecanlandırıyorsa doğanın, insanın, aklın, yüreğin, gözün gönlün ışıltıları nasıl heyecanlandırır!


Muzaffer Oruçoğlu’nun “Işıltılar”ı Ankara, Zonguldak, Diyarbakır’dan sonra İstanbul’lu izleyicilerle buluştu. 1-10 Şubat arası gezilip,  ışıltıdan nasiplenibilinir.

Fotoğraftan bilirim iyi kötü, çekmek de izlemek de tek kişilik eylemlerdendir. Resim için de geçerli olduğunu düşünüyorum bu tek kişilik eylem halinin. Sergileri de tek başıma dolaşmayı seviyorum. Resmin içine girebilmeyi başarabilmişsem çıkış zamanımı kestiremiyorum çünkü. Yolculuk bazen umduğumdan da uzun sürebiliyor. İnsanın bazı resmin önünde bağdaş kurup oturası ve hatta bazen de kamp kurası geliyor. Bazense tersi oluyor kadrajın veyahut tuvalin dışına uzayıp gözüme ulaşan bir yol, bir aralık bulamayıp giremeyebiliyorum içine. Mahrum kalmanın mahcubiyetiyle ama aklım da kalarak ayrılıyorum önünden.


Muzaffer Oruçoğlu’nun “Işıltılar” sergisinde ilk evvel dikkatimi çeken tek gözdeki ışıltılar oldu ve çoğu sol olan tek gözler. Resimlerden birinde,  sol gözdeki ışıltıyı tutsak etmeye niyetli, üzerine yılan gibi çöreklenmiş paslı zinciri görende nedense tesadüf olmadığını düşündüm.

Işığa, ışıltıya en fazla hasret olan madenci portreleri ağırlıkta sergide.

Alnında sakarı vardı atın. Yine sol gözünde ışıltı vardı adamın. Madenciydi. Kaskındaki lamba yanıyordu. Hemen önlerinden sarkan zincirler kırılmış mıydı, kırılmayı mı bekliyordu emin olamadım. Ama yukarısı aydınlıktı. Davetkârdı. Yok, zincirler kırılmış değildi ne yazık ki henüz…

İzlerken Yaşar Kemal çıkageldi bir yerlerden. Hastalanmamış, yoğun bakımda değilmiş. “Demirciler Çarşısı Cinayeti,”ni okudu yüksek sesle. Hani o dünyayı dolaşan güzel adam bir şehre vardığında insanlarına, atlarına hayran kalıyordu ya, uzun yıllar sonra ölmeden bir daha görmek isteyip de geri dönüyordu, döndüğünde o iyi insanların da güzel atların da yerinde yeller estiğini görüp şaşkınlıkla kalakalıyordu, işte tastamam o şaşkınlıkla kalakaldım resmin önünde. Yaşar Kemal’ e,”sen gitme bari,” dedim gideceğini bile bile.


“Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...”

Usta’da gitmişti. Kediden sonra çınardan önce gitmişti. Hızla geçip gittiğini Muzaffer Oruçoğlu’da resmetmiş zaten: Gördüm. Çokça ışıltı bırakmış geride, bir kısmını da giderken yanı sıra götürmüş.

Bilinen en eski zamanlardan, mağara duvarlarına resmedilen figürlerden bu vakte varana kadar upuzun bir yolculuğa çıkartıyor Muzaffer Oruçoğlu resimleriyle bizi. Her şey, herkes gelip geçerken baki kalan, yolculuklara hem eşlik hem de tanıklık eden tek ayrıntı “ışıltılar” Karanlık bir dehlizin uzak ucunda, bir tutsağın gözünde, uzun tırnakların kırıp dökmeye çalıştığı kadim tarihte, geometrik şekillere sıkıştırılmış insan suretlerinde dahi, içinde ya da dışında mutlaka var o ışıltı.

Ayaklar baş, başlar ayak olanda da, Edip Abi sigarasını tüttürürken de, Ethem Sarısülük uzanmış kitabını okurken de, iş kazalarında kopan eller ayaklar havada uçuşurken de,  madenciler karanlık dehlizlerde ilerlerken de hep yanı başlarında.


Bir de kedi gördüm sanki. Yüzü altın orana tıpatıp uymuş, Kemikleri helezon çelik tel yumaklarından bir kedi. Nedense metalaştırılmış evcil sokak canlıları geçti gözümün önünden hızlıca. Bir de el kadar Karakız’ım. Bir aracın ezip geçtiği bacağına durmadan takılan sökülen pimler. O çelik helazon yumaklar çözülüp yaşlı bir ninenin elinde yeniden çileye durdu. Yünden çileyi iki ayağına geçirip bir sürü yumak sardı sonra. Kedilerin önüne bıraktı oynasınlar diye…


Beklenen, özlenen, savaşılan, uğruna ölünen güzel geleceğe kadar sönmeyecek ışıltıları serpmiş Muzaffer Oruçoğlu tablolarına…Ahde vefayı serpmiş bir de, en son gidecek olan güneşle eşdeğer ömrü olan “IŞILTILAR”a…

Tüm illeri ışıldatması dileğiyle…

Ümran Düşünsel




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.