Ümran Düşünsel’in öykü kitabı “Kırık
Patika”, kısa bir zaman önce Babek Yayınları’ndan çıkarak okurla
buluştu. Aynı zamanda radyo oyunu yazarı da olan Düşünsel ile son
kitabını konuştuk.
Röportajın devamı için:
Ömer Turan röportajı.
Bir kez büyülendin mi, yaşamın boyunca kimsenin bozamayacağı bir büyüdür fotoğraf.
2.06.2015
"Sonuç olarak Kırık Patika’yı sadece öykü severlerin değil aynı zamanda öykü yazarlarının da okumasını tavsiye ediyorum. Ümran Düşünsel’i de kutluyorum. Beni dağlarda, kırlarda, kasabalarda, nehirlerde rüzgârların, kuşların, çiçek tozlarının kanatlarında, kâh hüzünlü, kâh gizemli bir yolculuğa çıkardığı için."
Yazının devamı için:
Adil OKAY/ Cumhuriyet Kitap Eki'nde yayınlanmıştır.
Etiketler:
2015,
Adil Okay,
Babek Yayın,
Cumhuriyet Kitap Eki,
hikâye,
insanokur.org,
Kırık Patika,
kitap
3.03.2015
Kırık Patika 27 Şubat 2015'de yayınlandı.
Kırık Patika’da yürürken…
~Merikekliğin
gagasına bir yağmur damlası düşer,
kaya
çatlağında bir menekşe biter.
Bulut
yarılır, patika göğün yamacına taşınır.~
Uygarlığın geldiği aşamadan geriye
doğru gitmek, eski kuşakların ahlanarak özledikleri zamanlara götürmek, yeni
çağın gittikçe yer edinen alışkanlıklarını yok saymak hem mümkün değil ve hem
de doğru değil. Fakat gelişmelerin/geçiş süreçlerinin eski zaman ve mekâna ve
hatta şimdiye ait güzellikler üzerindeki tahribat ve dahi tahrifatlarını en aza
indirmek, önceki zamanların güzelliklerini yeni kuşaklara aktarmak mümkün. Varlık koşullarını tahkim etmek
olarak da anlaşılabilir deyip iki nokta üst üste koyalım.
“Küle gül ektim, kara saka. Külü kara
döktüm, gülleri sakaların üstüne. Gelincik şurubu şişeleri diziliydi camın
önünde gül açtığında, gül dalında saka öttüğünde. Hani, şurup şişelerinde limon
tuzunun gelinciği soyup suya giydirdiği mevsim. Kar vaktinden çok kül vakti
oldu ömrümüzün.”
Hatırlatarak başlıyor Ümran.
Unutmanın, unutturmanın zulmüne inat her öyküsü hatırlatma etkisiyle bir
yolculuğa çağırıyor.
Nicedir uzağımızda duran o
hakkaniyet duygusu, dışımızdaki hayatın hakkını önceleyen görme ve duyma
halleriyle, titiz bir sevgiyle örülmüş her bir öyküsü. Epey zamandır bu kalitede
çıkan bir kaç eserden biri demek kesinlikle haktır.
Doğanın efendisi değil, sadece
parçası olduğunu düşünen çobanın cebindeki defter kalem aslında müthiş bir
çağrıdır. Kırık dizin üzerinde tutulmuş not, kanadı kırık kuşun gazelle dönen
avazıdır. Okurken, tabiatın insan zulmünden kurtulup usul usul doğrulduğunu
hisseder, kendinizi dışarı atmak istersiniz. Kapınızı yeni güne araladığınızda,
karşı ağıl çitlerine tünemiş serçelerin cıvıltısı, kanadı kırık eşinin başını
bekleyen angutun gazeli, uğuldayan baharın tazeliği karşılar sizi. İğde kokusu
bütün doğayı kuşatmıştır evvelden. Karşı yamaçtan kıvrılarak ağan patika
ayaklarınızı davet eder. Duramazsınız yerinizde.
Patika bir yerden kırılınca,
başka bir patika keder edinip kırığı imdada yetişir. Güzeller dağın meramını,
yamacına yayılmış keçinin de, havlamaktan aciz köpeğin de mekânı eşittir bu fotoğrafta. Dağ mutludur
bağrındaki devinimden. Başında dönenen bulutların gülümsemesi de bundandır.
Gağan zamanı, kuş kanatlarının zirvelerine
iz bıraktığı, o mor katarı dağların bağrına at süren gençlerin ardından çalan
tek telli bir curanın, doğanın sesleriyle nasıl bir orkestra oluşturduğunu
duyacaksınız. Gök iner yere yârenlik eder, kuş tilkinin hatırını sorar, kartal
buluta el ense! Bütün sesleri renkleriyle halay halindedir hayat…
“Boyundan büyük namluyu omuzlamış, ceviz ağaçlarının kollarıyla her mevsim sarıp sarmaladığı, kızıl saçlı, genç ve güzel bir kadına benzerdi değirmen uzaktan.”
Değirmende kurulan o kadim sofraya
uzanan kalabalık ellerden biri de sizin elinizdir hissine kapılırsınız.
Kalabalıklaşır sofra. Baharla kışın birbirinden ayrıştığı sancıya tanıklık
edeceğiniz kadar eski ile yeninin o naif didişmelerine de tanıklık edersiniz
kaşık sesleri arasında.
Başınıza aniden “üçikindivişneçiçeğiyağmurları”yağabilir,
kayalar ağlayıp dengbej kuşlar ötebilir. Ada’nın
babaannesinin tavuklarından aşırdığı teleklerden yapılmış Kızılderili başlığı,
gökkuşağına dönüşebilir.
Ölü ağacın gövdesini mekân tutmuş konuklarını görünce, çocukluğunuzun “içinde
gökyüzünü, denizi, kırları, ateşi, gökkuşağını hapsetmiş misketleri kayıp düşebilir
elinizden. Dallarının konukları, gölgesinin müdavimleri çıkagelir evvel
zamandan. Gelir de, minnetiyle sıraya dizilir ölü sandığımız gövdesinin
konukları arasında.
Kitabın son sayfasına kadar umut,
sevgi, ahde vefa çıtası hiç düşmez. Uyuya kalacak kadar yaşlanmış üç ayaklı
köpeğin, felçli martının, toprağı yarıp çıkan otun, yoldaş kedilerin, hakkını
aynı sofrada payeden muhteşem bir görme duyma halidir tanık olacağınız.
Dışımızdaki hayatın varlığımızın
mutlak zemini olduğu gerçeğini bir an bile unutmadan yapılan bir çağrı Kırık
Patika. Nicedir gözlediği yol açılsın diye, karlara kül serperek baharı
erkene almak isteyen annenin çabası kadar muhteşem bir şey. Hem de rayiha ve iğde
kokulu.
Masala, düşe ihtiyacımız var.
İnsanlığın değil sadece, hayatı temsil eden bütün çevrenin ihtiyacı var bu
düşe. Bu düşü örmekte önemli, çok önemli bir çabadır yazmak. Israrla bunu
hatırlatıyor Ümran. Müthiş titiz, müthiş estetik bir dil ile. Bir arada, yan
yana bitişik renklerle. Güler yüzle hatırlatıyor, güler yüzlü öykülerle. Alt
alta yazılsa şiir kitabı olur, bu kadar da naif bir dil. Zaten okuyunca
filmlerini de izlemiş olacaksınız. Işığın, seslerin, kokuların hatta dağ
uğultularının bile bu kadar belirgin fark edildiği az sayıda nitelikli
çalışmalardan biri Kırık Patika.
Temel prensibi pazar hırsı olan
egemen sistem her şeyi büyük bir hızla tüketiyor. O kadar hızla tüketiyor ki,
bitenin başlayanın farkına varmak bile artık özel çabalar gerektiriyor.
Nesneler, olanaklar her şey hızla değişiyor ve bir çok
şey kayboluyor. Bu değişimin karşısında durmak elbette gereksiz. Asıl mesele,
gelişimin yönünü hayat yararına çevirebilmektir. Bu da ancak yeryüzü
kaynaklarının, uygarlığın sunduklarının hakça kullanılması ile olanaklıdır.
Yerkürenin hemen her yerinde sürdürülen çabalar bu umuda işarettir ki; Kırık
Patika bu türden bir emeğin ürünüdür.
“Siyah sol kanattan kopartılmış
teleğin, kına taşının gözyaşına batırılmasıyla yazıldı.”
Keşke Ümran daha önce ve çokça yazsaydı diyecekken insan, bundan sonra
aralıksız yazmalı demek yetişiyor akla. Yazacak ve yazmalı mutlaka.
Not: Kitabı dikkatli kapatmakta fayda var bir kedinin kuyruğu
sıkışabilir. Okurken gezinip duruyor kediler sayfalarda sessizce çünkü.
Barış ARSLAN
Kırık Patika-Sayfa 7-10
Kırık Patika-Sayfa 7-10
Etiketler:
Ahmet Büke,
Babek Yayın,
Barış Arslan,
hikâye,
Kırık Patika,
kitap,
Mecit Ünal
18.02.2015
SANCI
İlk sayısıyla yayın hayatına merhaba diyen "SANCI" Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi'nde, benim de, "Patikalar (Kırık- Yamalı-Bombalanmış ve Patikaya Güzelleme" isimli hikâyelerim var.
Ümran Düşünsel
Gelîya Qedexîye / Yasak Vadi
Bu sayıda GELÎYA
QEDEXÎYE(Yasak Vadi) isimli hikâyem var.
...
Tam cayo ke awe û xîz lew nanê
yewbînan ra, ez uca ronişta. Mi lepa xo bi xîz dekerde. Yew lepa xo ra veng
kerd lepa bîne. Xîz leyîrê kerrayan o, bawkalê xîzî ko yo.
(Derya apey ancîya.)
Koyî yew destê mi ra herikîyayî
destê min ê bînî. Peskovî, xezalê koyan lepanê mi de çindik dayî. Yew luya
rengê sîmî de zincîya xo mîyanê xîzî ra vet û hetê koyî ra derg kerd.
(Derya asoyî ra acêr herikêno. Ez çirtanî nêvînena, la dûrî ra vengî yenê.)
Luyî tena sanikan de xasûg ê. Mi
yew luye temaşe kerde, luyêka dadîya leyîran. Leyîrê xo lewnayêne. Payanî ra
bî. Goşê aye vengan de, çimê aye derûdor de. Hende tebîî bîye ke sey tebîetî
bî, tîmsalê tebîetî bî.
(Derya ke ancîyabi, koyî vejîyaybî meydan.)
Tam naye ra bi xora, bê ke ez
tef-talê xo bigîrî, cêbê mi de estareyê deryayî, derya gama ke ancîyabi xo dima
kerdbi xo vîr ra. Yew zî çanteyê min ê paştî, ez kewta rayîr û dirban ser.
Ez ameya û ameya, peynî de resaya
nê cayî. Mi va ‘kar’, va ‘Şiwantî esta.’ Mi va ‘Beno.’
...
Çeviri: Roşan Lezgîn
Çeviri: Roşan Lezgîn
*
Tam
suyun kumla cilveleştiği çizgiye oturdum. Kumu avuçladım. Bir elimden diğerine
aktarıyorum. Taşın yavruları kum, kumun dedesi dağ.
(Deniz çekilmeye başladı.)
Bir
elimden diğerine aktarılıyor dağlar. Dağ keçileri, marallar zıp zıp
avuçlarımda. Bir gümüş tilki burnunu kumdan çıkartıp dağa uzatıyor.
(Deniz ufuktan aşağı akıyor.
Şelaleyi görmüyorum, sesi geliyor uzaklardan.)
Tilkiler
yalnızca masallarda kurnaz. Bir tilki izledim, anne tilki. Yavrularını
emziriyordu. Ayaktaydı. Kulakları seste, gözleri görüntüde. O kadar doğaldı ki
doğa misaliydi, doğa temsiliydi.
(Deniz gidince dağlar açığa çıktı.)
Tastamam
ondan işte tası tarağı dâhi almadan, cebimde denizin giderken unuttuğu deniz
yıldızı, bir de sırt çantamla yollara dökülmüşlüğüm.
Vara
vara buraya vardım. ‘İş?’ dedim, ‘Çobanlık var,’ dediler, ‘Olur,’ dedim.
Kapak fotoğrafları: Ümran Düşünsel
Etiketler:
dergi,
edebiyat,
fotoğraf,
Gelîya Qedexîye,
hikâye,
Şewçila,
Ümran Düşünsel,
Yasak Vadi
9.02.2015
IŞILTILAR
Işıltı suretinde bir
bakteri insanı bu denli heyecanlandırıyorsa doğanın, insanın, aklın, yüreğin,
gözün gönlün ışıltıları nasıl heyecanlandırır!
Muzaffer Oruçoğlu’nun
“Işıltılar”ı Ankara, Zonguldak, Diyarbakır’dan sonra İstanbul’lu izleyicilerle
buluştu. 1-10 Şubat arası gezilip,
ışıltıdan nasiplenibilinir.
Fotoğraftan bilirim iyi
kötü, çekmek de izlemek de tek kişilik eylemlerdendir. Resim için de geçerli
olduğunu düşünüyorum bu tek kişilik eylem halinin. Sergileri de tek başıma
dolaşmayı seviyorum. Resmin içine girebilmeyi başarabilmişsem çıkış zamanımı
kestiremiyorum çünkü. Yolculuk bazen umduğumdan da uzun sürebiliyor. İnsanın
bazı resmin önünde bağdaş kurup oturası ve hatta bazen de kamp kurası geliyor. Bazense
tersi oluyor kadrajın veyahut tuvalin dışına uzayıp gözüme ulaşan bir yol, bir
aralık bulamayıp giremeyebiliyorum içine. Mahrum kalmanın mahcubiyetiyle ama
aklım da kalarak ayrılıyorum önünden.
Muzaffer Oruçoğlu’nun
“Işıltılar” sergisinde ilk evvel dikkatimi çeken tek gözdeki ışıltılar oldu ve
çoğu sol olan tek gözler. Resimlerden birinde,
sol gözdeki ışıltıyı tutsak etmeye niyetli, üzerine yılan gibi çöreklenmiş
paslı zinciri görende nedense tesadüf olmadığını düşündüm.
Işığa, ışıltıya en
fazla hasret olan madenci portreleri ağırlıkta sergide.
Alnında sakarı vardı
atın. Yine sol gözünde ışıltı vardı adamın. Madenciydi. Kaskındaki lamba
yanıyordu. Hemen önlerinden sarkan zincirler kırılmış mıydı, kırılmayı mı bekliyordu
emin olamadım. Ama yukarısı aydınlıktı. Davetkârdı. Yok, zincirler kırılmış
değildi ne yazık ki henüz…
İzlerken Yaşar Kemal
çıkageldi bir yerlerden. Hastalanmamış, yoğun bakımda değilmiş. “Demirciler
Çarşısı Cinayeti,”ni okudu yüksek sesle. Hani o dünyayı dolaşan güzel adam bir şehre
vardığında insanlarına, atlarına hayran kalıyordu ya, uzun yıllar sonra ölmeden
bir daha görmek isteyip de geri dönüyordu, döndüğünde o iyi insanların da güzel
atların da yerinde yeller estiğini görüp şaşkınlıkla kalakalıyordu, işte
tastamam o şaşkınlıkla kalakaldım resmin önünde. Yaşar Kemal’ e,”sen gitme
bari,” dedim gideceğini bile bile.
“Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...”
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...”
Usta’da gitmişti.
Kediden sonra çınardan önce gitmişti. Hızla geçip gittiğini Muzaffer
Oruçoğlu’da resmetmiş zaten: Gördüm. Çokça ışıltı bırakmış geride, bir kısmını
da giderken yanı sıra götürmüş.
Bilinen en eski
zamanlardan, mağara duvarlarına resmedilen figürlerden bu vakte varana kadar
upuzun bir yolculuğa çıkartıyor Muzaffer Oruçoğlu resimleriyle bizi. Her şey,
herkes gelip geçerken baki kalan, yolculuklara hem eşlik hem de tanıklık eden
tek ayrıntı “ışıltılar” Karanlık bir dehlizin uzak ucunda, bir tutsağın
gözünde, uzun tırnakların kırıp dökmeye çalıştığı kadim tarihte, geometrik şekillere
sıkıştırılmış insan suretlerinde dahi, içinde ya da dışında mutlaka var o
ışıltı.
Ayaklar baş, başlar
ayak olanda da, Edip Abi sigarasını tüttürürken de, Ethem Sarısülük uzanmış
kitabını okurken de, iş kazalarında kopan eller ayaklar havada uçuşurken
de, madenciler karanlık dehlizlerde
ilerlerken de hep yanı başlarında.
Bir de kedi gördüm
sanki. Yüzü altın orana tıpatıp uymuş, Kemikleri helezon çelik tel
yumaklarından bir kedi. Nedense metalaştırılmış evcil sokak canlıları geçti
gözümün önünden hızlıca. Bir de el kadar Karakız’ım. Bir aracın ezip geçtiği
bacağına durmadan takılan sökülen pimler. O çelik helazon yumaklar çözülüp
yaşlı bir ninenin elinde yeniden çileye durdu. Yünden çileyi iki ayağına
geçirip bir sürü yumak sardı sonra. Kedilerin önüne bıraktı oynasınlar diye…
Beklenen, özlenen,
savaşılan, uğruna ölünen güzel geleceğe kadar sönmeyecek ışıltıları serpmiş
Muzaffer Oruçoğlu tablolarına…Ahde vefayı serpmiş bir de, en son gidecek olan
güneşle eşdeğer ömrü olan “IŞILTILAR”a…
Tüm illeri ışıldatması
dileğiyle…
Ümran Düşünsel
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)