17.07.2018

Yüzün Eksik Parçası










Ayhan KAVAK
 
Colm Toibi’nin “Güney” adlı romanında geçer, İrlandaca'da sürgünün anlamı deorai imiş. Deor, gözyaşı anlamına gelirken, deorai ise gözyaşını tanımış kimse demekmiş.
Dünya dillerinde böylesi cuk oturan başka tanım var mı bilemem ama kanımca gözyaşını tanımak sürgün trajedisini ancak bu kadar isabetli ifade edebilirdi.
“Coğrafya kaderdir” der İbn-i Haldun. Coğrafyamızda da sürgün olayı adeta bir kader haline getirilmiş durumdadır. Yerini, yurdunu, ardında tüm sevdiklerini bırakıp yollara, bilinmez dünyalara vurular kendilerini. Oysa köklenip filiz verilen yerlerden kopulduğunda huzursuzluk sarmalıyla debelenip durulur. Bundan ötürü de kendinde eksiklik hissederek ıstırap içinde kalmaktan muzdarip olur. Değil mi ki ilk soluğun alındığı yerden kaçılmışsa ve arkada bırakılan sevilenler düşünülmeden çekip gidilmişse son soluğun alınmasına kadar sürecek huzursuzluk içinde kıvranılır. Hep kaçmaya meyledip herhangi bir yere aidiyet duyulamayacak ve dolayısıyla son nefesinde dahi özlem ve pişmanlık içerisinde kıvranılmaktan geri durulmayacaktır. Zira ilk soluğun kutsallığı toprağın/coğrafyanın kutsallığıyla hemhal olmuştur. Paulo Freire, “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı kitabında sürgün olgusunu şöyle açıklamıştır: “Hiç kimse sürgünde huzur içinde olamaz. Bir kere hiç kimse sürgüne kendi isteğiyle gitmez. İkincisi, hiç kimse üzerinde kuvvetle iz bırakmayan bir sürgün dönemi geçiremez. Sürgün sizi varoluşsal biçimde etkiler. Bir varlık olarak sizi kuşatır. Si Sürgüne giden bir gün mutlaka döneceğinin hayaliyle yanıp tutuşur. Düşlerindeki zaman algısı durağandır. Toplumsal zaman akışının aksine geçmişteki yaşanmışlıklar sanki donakalmış bir andaki gibi geri dönecek olanı bekler zannedilir. Tabii ki ahir ömrün törpülendiğinin ayırdında olunur. Zihninde, peşinde bıraktığı her şeyin olduğu gibi kendisini beklediği yanılsaması içerisinde olmayı tahayyül eder. Geride kalanların sanki yıllar akıp gitmemiş gibi, dönüldüğünde yarım bırakılmış film karelerinin oynatılmasıyla her şeyin tamamlanacağı zannında olmaktan kurtulunamaz. Sürgüne gidenin tolumsallaşmış insanlık ideasından personaya yatma evriliminin keskinliğinin yarattığı çatışma ve çelişki içersinde yolunu kaybetmesi tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi de çokça yaşanmıştır. Sürgüne gidenin içinde boşluklar büyüdükçe sonbaharda düşen kuru yaprağa dönüşülür ki bu durum kişiyi yenilgiye açık hale getirmesi tehlikesiyle bocalayan bir haleti ruhiyede kıvrandırır. Nitekim keşkeleri artarken pişmanlıklar da yiyip bitirebilir insanı. Sürgüne gidilen yerde kurulmaya çalışılan yaşam eğreti geliştiğinden tutunamayana dönüşülür. “Bir gün mutlaka döneceğim” koşullanmasıyla sığınılan yerlere uyum sağlanamaz. Böyle yıllar yılları kovalarken kaybedilmişlikten hallice olunur. Kanımca düşünülebilecek en tehlikeli konum, kaybetme ve yenilmeye açık hale gelmek veya bile isteye yatmaktır. Sürgünü tarif edecek nitelendirmelerden olan, gidip de gelmemeye, gelip de görmemeye ulamlanır. Bu yüzden olsa gerek kırılgan ruhun şifasını bulacağı ve tamamlanmışlığını yeniden kazanması gerisin geri dönüşü gerçekleştirmek bulunabilecektir.
Değerli dostum, yazar Ümran Düşünsel’in dumanı üstünde, yeni çıkmış ilk romanı “Yüzün Eksik Parçası”nı okuduğumda yaralı coğrafyamızın makus talihine parmak basan sürgün ve dönüşün ardından, kabuk bağlamamış yaraların sağaltımı yolunda çabalama değinimini yakıcı bir şekilde hissettim.
Faruk Tunçel’in 27 yıl süren Fransa sürgünlüğünün ardından hukuki sorunlarını halledip döndüğü İstanbul’da, vakti zamanında yol açtığı tahribatlarla yüzleşmek ve telafi etme girişimleriyle hayata yeniden tutunma çabalarının başarılı bir kurgu, hikaye ve edebi derinlikte romanlaştırılması örneği var karşımızda.
Faruk’un zindana düşmemek için hamile karısını geride bırakıp çekip gitmesinin üstünden yirmi yedi yıl geçmiştir. Bunun yanı sıra yoldaşlarını da “gitmemin ardından aldırırım” diyerek öylece yüz üstü bırakmıştır. Döndüğünde karısı İrem’in doğumdan sonra öldüğünü öğrenir. Kızı Ceren, damadı Cengiz ve kendisine öfkeli olmanın yanı sıra suçlayan, küçümseyen kayınvalidesi Firuzan ile ilişkilerini onarmanın arayışında olur.
Kızının evinde tanışacağı Deli Recep de var ki deliliğinin Van Depremini yaşamasından miras kaldığını öğreniyoruz.  Gene, Faruk’un sürgüne gitmeden önce gözaltında direnmesine vesile olmuş İlhami’yi ziyaret etmesinin, sıcak ve içten karşılanmasının tersine, ardında bıraktığı, beklenti içinde yolunu gözleyip ve yurt dışına çıkamayınca yakalanan, on bir yıl esaret altında kalan Ömer’in haklı tepkisiyle nedamet getirmesi, keza Ömer’in öfkeli konuşmasından öğrendiğimiz üzere Faruk’un eylemlerinin üst üste yığıldığı müebbet almış Murat ve daha arka planda kalan karakterlerle olay örgüsü çatılmış.
Yüzün Eksik Parçası, sürükleyici ve merak uyandırmakta. Yazar, edebi ustalığının inceliğiyle toplumsal sorunları sırıtmadan romana yedirebilmiş.
Daha çok hikâyeciliğiyle tanıdığımız Düşünsel’in eksilterek yazılmış 188 sayfalık romanının ana temasını girizgahtaki dörtlüğün ifade ettiği söylenebilir.
“Siyah beyaza durdu giderken. Tüm sesler çekildi üstünden,
Başından. Tılsımı kirlenmişti renklerin ve seslerin.
Küstüler ona. Yok saydılar erdemsizliğinden.
Gidip kendi renklerini ve seslerini bulabilirse amenna…”
Nitekim, kendi renkleri ve seslerine kavuşmanın romanıdır dile getirilen.
Faruk’un sürgün yıllarının başında Moris adını verdiği örümcek ve ağıyla kendini ilintilendirerek çeşitli anlamlandırmalara gitmesi bir nevi sürgün yıllarının ilk günlerinden beri süregelecek takıntılı bir ruh haline delalet ediyor.
Faruk’un içine girdiği pratik ve olması gerekene gönderme yapan Şostakoviç’in 7. Senfonisine tutkunluğu müziği beğenmesinden ziyade anlam biçtiği bir durum olarak karşımıza çıkmakta.
“İnsan birine, bir besteye hem âşık olup hem de nefret edebilir miydi aynı zamanda? Ederdi, kendisinden biliyordu. Ona âşıktı, çünkü efsane bir direnişin mihenk taşlarındandı. Şostakoviç’in Leningrad’ı terk etmeme kararını karısı bile anlamakta zorlanmıştı. Yine de kalmıştı. İşte tam da o kararına âşıktı. Öte yandan kendisine kaçıp gittiğini hatırlattığından nefret ediyordu ondan. Galip gelen duygunun hangisi olduğuna çok önceleri kafa yormuş ve kalıp direnmesini altında ezilerek de olsa seçmişti. Kendisinin beceremediğini yapmıştı o.”
Şostakoviç olamamanın ezikliğini yaşamışlığından olsa gerek, onun 7. Senfonisini dinlemesi vazgeçilmezlerindendir. Yüreği onun tavrını onaylarken aklına uyup çekip gitmiştir. Nihayetinde, 27 yılın ardından kendisiyle ve geride bıraktıklarıyla hesaplaşmaya gelen Faruk’un içindeki boşluğu doldurma yolunda kendini onarırken, dönemin gerekleri doğrultusunda dersler çıkarması yaşanıyor.
Düşünsel, bu topraklarda görünmek istenmeyen toplumsal bir sorunu başarılı bir şekilde romanlaştırıyor. Aynı kaderi farklı gerekçeler ve boyutlarda yaşayıp dönenlerin sayısı hayli fazla olmasına rağmen toplum nezdinde duymazdan, görmezden gelinmektedir. Oysa verilmiş bir bedel vardır. Ahir ömürlerinin en delikanlı çağlarını 12 Eylül faşizminden ötürü mültecileşerek geçirmek zorunda kalmışlardır. Elbette yer yer dökülüp darmadağın bir haleti ruhiyede yolunu kaybedenler de çokça olmuştur. Lakin daha fazlası geri dönüp hayata ve kavgaya tutunmuşlardır. Faruk’un romanını bu üzre okurken edebi tadına da vakıf oldum.
Yakın zamanlarda peş peşe iki öykü kitabı (Ay Portakalı ve Hâlname/2016) yayınlanan Ümran Düşünsel’in ilk romanı olan ve edebi derinliğini oya gibi işleyerek kotardığı başarılı ve iz bırakan bir verim olduğunu söyleyebilirim.
Dikkatimi çeken bir husus da Hâlname /2016 öykü kitabındaki bazı karakterlerin Deli Recep ve kedi sevgisinin yoğun işlenmesi gibi karşımıza çıkmakta. Görünen o ki, takvimin her gününe bir öykü sığdırdığı Hâlname / 2016’daki malzemeden daha nice roman konusu çıkmaya meyyal. Bu durumun gayet iyi ve yerinde olacağını da düşünmekteyim. Zira insan ilişkilerinin anlam bulduğu metinleriyle, toplumsal sorunları edebi verime dönüştürmede yetin bir kalem erbabı var karşımızda.
Önce şair kimliğiyle tanıdığımız Düşünsel; Kırık Patika, Ay Portakalı, Hâlname / 2016 öykü kitaplarının ardından “Yüzün Eksik Parçası” romanıyla her seferinde üstüne yeni şeyler katarak şaşırtmaya devam ediyor. Hâl böyle olunca da kaleminden damlayan edebi lezzetin tadına da doyum olmuyor.
Düşünsel Okunmalı. Okunmalı ki kanayan yüreklerin sağaltımının bir edebiyat disiplini çerçevesinde işlenmesinin maharetine vakıf olunabilsin.

Yüzün Eksik Parçası
Roman, 188 sayfa,
Ümran Düşünsel,
Topya Yayınevi, 1. Baskı, Mart 2018

Hasan Geldi



23.03.2018

YÜZÜN EKSİK PARÇASI


"Vicdanı olan delirir!"

Böyle diyor Recep hazretleri! Galiba delirmeye teşne biri olarak, bu sözü etrafıma baktıkça hatırlıyorum. Benim, edebiyatla ilişkim okurluktur ve bu daha sıkı bir ilişkidir gibime gelir. Okuduklarımı yaşarım, izlerim daha çok da. Bazı kitapların kahramanlarıyla arkadaşlığımızın uzun sürdüğü de olur.

Daha birinci perdeden okuru içine çeken metin sayısı çok azdır. Yüzün Eksik Parçası bunlardan birisi bence. Baştan sona, kısa bir öykü yazılmış kadar titiz ve bütünlüklü bir örgü ile yazılmış. Hiç bir kopukluk, hiç bir düşüş yok akışta. İnsan, kısa bir öykü okuyor izlenimi ediniyor.

Romanın kapısını örümcek Moris açıyor ve kapağa ördüğü ağlarını kenara çekip kahramanlarını sahneye okuru da izlemek üzere içeriye alıyor. Moris’in, ağını her seferinde daha sağlam ve güzel örmesi gibi örmeye başlıyor Ümran da daha ilk paragraftan itibaren. Ümran, öyküde iyi bir usta. Kırık Patika, Hâlname/2016 ve Ay Portakalı adında üç öykü kitabı yayınlandı ve gerçekten de hepsi birer ustalık örneği. Kanaatimce ilk romanın bu kadar akıcı, çarpıcı olmasında öyküdeki rahatlığının, ustalığının etkisi var.

Okur, kahramanı ödüllendirir de cezalandırır da metinde. Bu, okurun okuduğu ile ilişkisidir. Bu romanda nerdeyse bütün kahramanları seviyor insan. Yüzün Eksik Parçası’nda, kahramanların tümü özenle seçilmiş, tümü ödüllüktür neredeyse. Futbol takımı olarak düşünse insan, Barcelona’nın as takımı gibi. Çok az metinde aykırı tipler olduğu halde bu kadar birbirini tamamlayan, bu kadar konsantre bir kahramanlar toplamı görülür. Sanki her biri diğerinin eksik yarısı parçası gibi bir bütünlük var.

Baştan sona bütün enstrümanların doğru zaman ve yerde doğru notaları çaldığı müzikal bir akışı var romanın. Bir tek detone cümle, rahatsız edici tek ses yok. Harika bir hafif müzik senfonisi gibi. Vurmalılar haddini bilmiş tellilerin yanında, üflemeliler arada köprü hep. Dalgaları da, yaprağı da, kedi mırıltısı ve ağacın çiçeklenmesi de aynı kadife tonlarla duyuluyor. Güzel bir ses senfoni. Bu da, okurun zihnini dinlendiren, okumaya hazırlayan bir usuldür. Okur ses, sesler eşliğinde geziniyor.

Öykülerinde kahramanlarını konuşturması bu romanda zirve yapmış. Kitabın üzerinde ismi olmasa, insan her kahramanı yazarın kendisi sanabilir. Her kahramanın kendine has dili olmasına karşın, o denli başarılı bir konuşturma. İnsan sadece dediklerini değil demediklerini de, iç seslerini de okuyor kahramanların. Müthiş bir gözlem ve düşünme yoğunluğu demektir bu. İyi bir fotoğrafçı aynı zamanda Ümran. Fotoğrafçıların gözlem yeteneği daha yüksektir ve sanırım bu romanda bunun da etkisi var. Moris’in ağları gibi usul usul ve ipeksi örülmüş. Böyle olunca da sanki bir seferde, oturup tek bir öykü yazmış gibi bütünlüklü bir metin olmuş diyor insan.

Faruk ve arkadaşlarının hayatı-pratikleri merkez alınarak sola ayna tutmuş Ümran. Politik cümle kurmadan sola bu kadar nitelikli eleştiriler yapmak ciddi bir başarı. Hem sıkı bir iğneleme ile eleştiri, hem kahramanlarının yekinip hayata yeniden dokunmaları ile de özeleştiri içeren sıkı bir metin. Bencilliğin, çıkarcılığın umutsuzluğun, duyarsızlığın toplumu mezarlık sessizliğine gömdüğü şu zamanlarda dayanışmanın, umudun, sevginin, güvenmenin nefes kadar gerekli olduğunu yüksek sesle salık veren bir metin olmuş.

Yazar yaratandır, vicdandır ama asla taraf değil bu romanda. Kahramanların karmaşık dünyasında hiç birinden yana değil, hiç birini yargılamıyor, hiç birinden yana toleranslı bir cümlesi yok.
Kahramanların her birinin rutini ve birbirleriyle ilişkisi çok akıcı, köşesiz kenarsız.

Recep, hayatın bıçkın yanı. Ucu kırık, kimseye batmayan ama her iki yanı jilet gibi kesen, ayna gibi bir hançer. Cengiz iyi bir proleter, açık bir meydan okuyuş. Ceren, masumiyet. Mösyö Faruk, kendi içinin aynaları ile kavgalı, yenilgilerini kırık ayna parçaları gibi toplayan ama bir dönemin tutanağı gibi duran biri. Harun yıkılmaz gizemli bir dağ. Firuzan dev ağacın gövdesi gibi, hem kırılgan, hem ipeksi bir karakter ama bütün ağrıları canında toplayıp boşluğa dağıtan bir anaç.... Firuzan denizi hem kabartıyor hem mevsimi ayaklandırıyor ama aynı Firuzan kendinde topladığı bütün enerjileri aynı adil duruşla dağıtıyor. Hayata kızgın bir sima sanacakken, hayatı doğurup sevdiklerine eşit pay eden bir bahara dönüyor aynı anda. Bu roman Firuzan’ın bu roman Firuzan.

Ayrıca, ülkenin değişen yüzünü Mösyö Faruk’un gözlerinden, Cengiz’in sesinden görüp dinliyor insan. Uzatılmadan, sündürülmeden, dozunda ve en önemlisi de didaktik tuzağına düşülmeden.
Kitabın finalini beklemeye gerek yok. Bir kaç final birden var kitapta. Gittikçe yükselen bir tempo, ama keskin ve ani değil su dalgası gibi yumuşak ve ipeksi.

 Firuzan’ın gidişi insanı bir trafoya bağlanmış kadar gererken kitabın finalin bahar olduğunu, bahar yumuşaklığında zirve yaptığını görüyor insan. Yaşar Kemal’in deyimi ile denizin dinginleşip “karıncanın su içtiği” suskunluğa erdiği hale geliyor.

Pencereyi açmak gerek, bahar dışarıda bekliyor yüzümüze dokunmak için. Harun yoldadır, yeni bir roman gelecek demektir pek yakında...

Hüseyin ARSLAN

9.01.2018

Hâlname / 2016









“Vicdanı olan delirir,” dedi Recep.
Sakindi.
Semavere sığmayan odunlara ulaşmıştı ateş. Kalkıp maşayla toparladı. İnşaata inen dimdik bayırın başına göz attıktan sonra karşıma, sandığın üstüne oturdu gene.
(...)
“Dinlemiyorlar zaten, deli diyorlar bana,” diye fısıldamıştı kulağıma.
“Depremde Van’daydım. Yerle yeksan olmuştu memleketim tastamam. Hiç düşünmeden koştum kurtarma çalışmalarına katılmak için ben de.”
Güç kuvvet yetmiyordu beton yığınlarını kaldırmaya. Ufak ufak beton dağlarıydı binalar. Sesler duyduk. İlk günler gürdü, cılızlaştı, sustu en sonunda. Greyder getirdiler, beton dağlarındaki mağaralara ulaşmak için. Ulaştı da mendebur. Enkazı oradan alıp öteye bıraktı. Kolların, bacakların, gövde parçalarının beton artıklarının üzerinde rozet misali takılı olduğunu gördüğümde bitti. Ben bittim. Oraya kadarmış. Aklım da enkaza asılı kaldı bir başka rozet gibi.
Vicdanı olan delirmez de ne eder?”
Recep’in haber değeri yoktu ve hiçbir haberin öznesi de olmadı bugüne kadar. Kitaplarda hikâyesi de yoktur.
On dört yaşındaki Suriyeli mülteci çocuğun ise haberi çıktı: Üçüncü sayfada, tek sütuna kısacık bir paragrafta.
“Yüz yüze kalmıştık işte seninle yine. Tam karşımdaki kepenge sprey boyayla çizilmiş resim gibiydin. Başındaki bereyi yüzüne indirmiş, montunun kollarıyla örttüğün ellerin dizlerinin arasında, dertoptun kıpırtısız.
(...)
Bu sabah da Müyesser’le sevgilisi sandığı adam geçti gitti önünden. Onlar da görmedi seni. Sen de onları görmedin: Tam karşımdaki kepenge sprey boyayla çizilmiş resim gibiydin.”
Hayatın akışında bir sorun varsa, çözümü de tam kaynağında. Uzaktan kumandayla sorun çözülmüyor. Tıpkı portre fotoğrafı çekerken özneyle gözlerimizi aynı hizada buluşturmak misali, kuşbakışı bakmak değil, gözünün içine bakarak dokunmak gerek hayata da.
Haberi okuyoruz. Öncesi sonrası yok ama. Merak da etmiyoruz. Zaten vaktimiz de yok! Sonra da unutup gidiyoruz. Sözün özü ve bir anlamda da kitabı yazmak için heyecanlandıran gerekçe, insanların zembille inip habere özne olmadıkları gerçeğiydi.
Gerisi hikâye: Kitap sayfalarında.
Yere üfledi sigara dumanını Deli Recep; tükürürcesine. “Memlekette bir kedim vardı, biliyor musun? Bir gözü çam balı rengi diğeri çağla bademi.”
“Benim de var kedim,” dedim. “Bir gözü yosun yeşili, diğeri yok!”
Deli Recep’e evvela mahsus selam ederim.
Mehmet Ali, Harun, Hurdacı Ramazan, Deli Musa, Marslı Iğaluk, denizde boğulan mülteci çocukları kıyıp yiyemeyen balık, avcıların elinden kurtulan fil, sirkten kaçan aslan, atlıkarıncadan firar eden at, Midilli’de kaybolan sığınmacı kedi Kunkuş, çitlembik ağacı, tilki Nazlıcan, Ümraniyeli kanguru Saffet ve aynı kubbe altında yaşadığımız nice canlının tanıştırdığı, tanışmamıza vesile olduğu diğer ete kemiğe bürünen tüm kahramanlarıma teşekkürlerimle…
İÇ SÖZ
Ümran Düşünsel

Ay Portakalı



Tam suyun kumla cilveleştiği çizgiye oturdum. Kumu avuçladım. Bir elimden diğerine aktarıyorum. Taşın yavruları kum, kumun dedesi dağ.
(Deniz çekilmeye başladı.)
Bir elimden diğerine aktarılıyor dağlar. Dağ keçileri, marallar zıp zıp avuçlarımda. Bir gümüş tilki burnunu kumdan çıkartıp dağa uzatıyor.
(Deniz ufuktan aşağı akıyor. Şelaleyi görmüyorum, sesi geliyor uzaklardan.)
Tilkiler yalnızca masallarda kurnaz. Bir tilki izledim, anne tilki. Yavrularını emziriyordu. Ayaktaydı. Kulakları seste, gözleri görüntüde. O kadar muhteşemdi ki doğa misaliydi tıpkı.
(Deniz gidince dağlar açığa çıktı.)
Tastamam ondan işte tası tarağı dahi almadan, cebimde denizin giderken unuttuğu denizyıldızı, bir de sırt çantamla yollara dökülmüşlüğüm.
Vara vara buraya vardım. ‘İş?’ dedim, ‘Çobanlık var’ dediler. ‘Olur’ dedim.

Odin ve Masal

Odin ve Masal

1.05.2017

Ağaç Kurtları





   



1…“Yusuf’umun sözleri de gözleri de tavanda, üstünü örttürmem”



Benden sakladın benden sakladın benden sakladın benden sakladın benden sakladın benden sakladın
Saklamadım saklamadım saklamadım saklamadım saklamadım saklamadım saklamadım
“Sadece nasıl anlatacağımı bilemedim.”
Elindeki telefonu ne yapacağını bilemedi bir an için. Masanın üzerindeki petrol yeşili ahşap kutunun üstüne bıraktı sonra.
Petrol yeşiliydi yün kazak. Bugün de almamışlardı. Oysa ne çok üşürdü Yusuf. Emaye kömür sobasının arkasındaki divanı kimseye kaptırmamak için erkenden yatardı.  Kitap okurken de minderini sobanın yanına çeker, kitaptan başını kaldırdığı zamanlarda sırtını sobaya dayardı, tavana bakarken. Uzun uzun tavana bakardı, ta ki sırtı yanana kadar. Sanki okuduklarını anlatırdı tavana. Dudakları oynardı bazen, içinden konuşurdu belki de. Annesi, ölene kadar tavanı badana yaptırtmamıştı” derdi, yaşlar yanaklarındaki derin kırışıklıklara takıla takıla süzülürken. Tavandan dökülen Yusuf’unun sözlerini, gözlerini telaşla alır, avucunda okşar, yıkanmaktan iyice incelmiş mavi boncuk oyalı tülbendine özenle yerleştirir ve çeyiz sandığına kaldırırdı.
“Almadılar değil mi? Söylemiştim sana kızım, ‘içeriye almazlar’, diye. Boşuna günlerdir bekliyorsun burada. Birkaç güne mahkemeye çıkartırlar zaten. Suçlu da bulunsa, tahliye de olsa güçlü olmalısın. Şu haline bak, uçukların çok kötü, burnuna kadar yayılmış. Git evine. Giderken de şap al, iyi gelir uçuğa.”
Oğlu Nezir, Yusuf’tan bir gün önce gözaltına alınmış. Kaç gün önce anlattığını hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı. Anlatırken arada gülüyordu kadın. Sadece o anlarda, o da şaşkınlıktan bakıyordu kadının yüzüne.
“Badana yapmıştı Nezir’ im. Ev, ne olacak işte iki göz oda, hemencecik bitti badana. Bizimki artan kireç ziyan olmasın diye mahallede yazmadık duvar bırakmamış. Sabah uyandık ki bizim evin kapısına da yazılmış: ‘İhtar 1’ diye. Düşün, taşın, en sonunda çözdük olayı. Alışveriş yaptığımız nalburun oğlu karşıt görüşlüydü. Kirece kattığımız boyanın renginden anladılar herhalde.”
“Ondan mı gözaltına alındı oğlunuz?”
“Yok, yasak yayınla yakalanmış.”
“Yasak yayını okumak suç mu?”
“3714 adet olunca suç.”
Bunu söylerken de gülmüştü Kadın.
Bu defa yüzüne bakmadı kadının. Siyasi şubenin kapısından içeriye bakıyordu. En dipte bulunan Atatürk büstüne, büstün bıyık altından gülümsemesine takılmıştı gözleri.
Babaannesi geldi aklına. Yoksulluktan yaz kış aynı siyah mantoyu giyen, aynı siyah başörtüsünü takan babaannesi. Özellikle yazın, o siyah yün mantoyu her giymesinde;”kafir mendebur” deyişi!
“Acıya alışılmıyor kızım. Sadece acıya karşı tecrübe kazanıyor insan; hepsi  bu!”
Sinir olduğu bu kadın ve oğlu Nezir’ in ilerde hayatında ne denli önemli yer tutacağından habersizdi henüz ve son cümlesine de kızdı.
Sekiz
                                    Yıl
                                                                                   Sürmüştü


Mahkeme
.
            Altı ay sonra, davanın temyizden dönüşünün on yedinci gününde teslim almışlardı:
Mektubunu,
Parkasını,
Botlarını,
            Yedi lira yirmi beş kuruş parasını
            Ve diğer eşyalarını…
Öncesiyle, sonrasıyla sekiz buçuk yıl kaç yılda anlatılabilirdi ki?


2…“Oğlum!” dedi, kediyi okşayarak.


Gözlerinin daldığı masaya, üst üste yığılmış anıların en üstüne kırmızı bir gül düştü. Gülün sapını tutan eli, işaret parmağıyla orta parmağının ek yerinden başlayıp bileğe kadar uzanan belli belirsiz yara izinden tanıdığından hiç başını kaldırmadan gülü aldı Elif. Kokladı. Gülümsedi.
“Hiç duymadım geldiğini Metin, kusura bakma, dalmışım.”
Başını kaldırdığında, masadan kopardığı anılar sol gözünden tek bir damla olarak süzüldü, aktı. Yine bulutsuz gökyüzü gibi masmaviydi gözleri.
“Annen söylemişti geleceğini ama telaşeden unuttum gitti.”
“İlkten sana uğradım.”
“Sağ ol. Nezir’ e gideceğim bu akşam iş çıkışı. Öğlende alışveriş yaptım. Kitap da aldım. Sen de gelir misin?”
“Gelirim elbet. Epey oldu görüşmeyeli. Hâlâ aynı mı?”
“Artık “doktor” lafı ettirmiyor. Ben de yoruldum zaten. Dünyaya geri döndüğü nadir anlarda, yine abimin cellâdını bulup öldüreceğini söyleyip duruyor. “Hâlâ yaşıyor, biliyorum” diyor. Cellâtların gömüldüğü mezarlığı bulmuş. Sayıyormuş. Mezar sayısında artma yokmuş. Evi annesi öldüğünden beri ne temizledi ne de temizlettiriyor. Yattığı oda nerdeyse tavana kadar kitap, gazete doldu. Son gittiğimde takıldım: “Devrilseler altında kalıp ezileceksin” diye.
Onu dinlerken camın önündeki vazoların arasından çıkan kediyi izliyordu Metin. Gri, kısa tüylü kedi ortaya çıktıktan sonra ön patilerini öne doğru uzatarak gerindi uzun uzun. Sonra sırtını kamburlaştırdı ve salına salına gelip Elif’ in kucağına atladı. Bir süre kucağında döndükten sonra uygun pozisyonu bulmuş olmalı ki oturmaya karar verdi. Kafasını sallaya sallaya yüzünü sokacak yer açtı sol kol dirseğinin içinde ve öylece kaldı.
“Kuzey bu. Oğlum”
“Çok güzel bir kedi.”
“Oğlum!” dedi, kediyi okşayarak.
Kedi keyiften mırıldıyordu.
“Giysilerim hiç küçülmüyor anneciğim. Sütümü sen içirmediğin için küçülmüyor, biliyorum ben. Giysilerim hemencecik küçülsün istiyorum ben. O zaman yolları bilip sana gelebilirim”.
Kedinin çenesini bulup yüzünü açığa çıkardı Elif, burnundan öptü. Burnu ıslandı kedinin. “Yavrum benim”, diye fısıldadı kedinin burnunu silerken. Kendi gözlerini silmek aklına bile gelmedi.
Annesi tüm olanı biteni harfiyen aktardığı, tüm gelişmeleri bildiği halde, Metin yine de sorma ihtiyacı duydu:
“Kuzey’le görüşebiliyor musun Elif?”
Elif şaşkınlıkla, “Duymadın mı?”, dedi.
Hakan, daha fazla şaşkın, “Yok, duymadım”, dedi kekeleyerek.
“Neyse”, dedi Elif, “Giysilerinin küçülmemesinden şikayetçi. Sütünü ben içirmediğim için giysilerinin küçülmediğini, yani büyüyemediğini düşünüyor. Giysileri küçülünce büyüyecekmiş aklı sıra ve bana gelebilecekmiş o zaman!”
“Anladım”, dedi Metin, anlamadığı halde.
Elif kediyi okşamaya başladı yeniden.
“Apar topar evlendiler, biliyorsun oğlum”, demişti annesi, “kızcağız nasıl anlatacağını bilememiş işte. Elif, ‘Ben ağabeyimden utanmıyorum Rezzan abla, tam tersine gurur duyuyorum. Sadece uygun zamanı bekliyordum anlatmak için. Ciddi bir konu. Öyle, pat diye abim asıldı benim diyecek halim yoktu ya. Abimle karşıt görüşlüymüş üstüne üstlük. Bunu da evlendikten sonra öğrendim. Anlatmak daha da zorlaştı’ demişti. Zaten şunun şurasında ne kadar evli kaldılar ki? Sonra adam duyduğu zaman delirdi, ayrı yaşıyorlardı o zaman, daha boşanmamışlardı. Buraya geldi, etmedik hakaret, evde kırıp dökmedik eşya bırakmadı. Sonra da çekti gitti İngiltere’ mi ne, oraya işte. Ordayken boşandılar. Bir süre sonra oğlunu özlediğini söyleyip yanına istedi, tatil yapsın diye ama yollamadı geri. Hepsi üç dört ay içinde oldu. Bir yılı geçti, yollamıyor oğlunu. Kızcağız perişan oldu. Başvurmadık kapı bırakmadı. Avukata verdi sonra ama uzun sürermiş dava, hem de çok masraflı olurmuş. Nasıl altından kalkacak bilemiyorum.”
Dükkâna geleli nerdeyse bir saat olmuştu. Hiç müşteri gelmediğini fark etti Metin. Vitrindeki çiçekler de pek taze görünmüyordu. Elif’ e verdiği gülü zor seçmişti aralarından.
“Akşama bir şey kalmadı, sen annene görün istersen. Ben de gazete alayım Nezir’e bu arada. Sonra çıkarız.”
“Tamam, kalkayım ben. Gelirken gazete de alırım, sen yorulma.”


3… Gazeteleri asmadılar bir tek.


“Kağıdı vardı Yusuf’un, bir de kurşun kalemi. Kağıda yazardı önce, sonra da okurdu okurdu, aklına yazınca silerdi yeniden yazardı. Tek yaprağa binlerce sayfa yazdıydı. ‘Çıktığım zaman bastıracağım’, derdi hep. Yazdıklarını da astılar! Sonra da gömdüler.”
Karşısında görünmeyen bir kitap varmış da ondan okuyormuş ya da daha önce üzerinde düşünmüş, kurgulamış hatta prova bile yapmış gibi hiç takılmadan anlatıyordu Nezir. Arada vurgu maksatlı sesini yükseltiyor, bazen de fısıldar gibi iyice alçaltıyordu. Tek değişmeyen karşısındaki gazete dağına sabitlenmiş bakışlarıydı.
“Yazılana börtü böcek bile saygı duyar, toprağın altında kemirmez yazdıklarını. Sahi, yazdıkları harf harf mi karışır toprağa yoksa kelime kelime mi? Belki de paragraf paragraf karışmıştır toprağa. Bir defasında, ‘ben hiç aşık olmadım, kimsenin elini sevgiyle tutmadım, biliyor musun’, dediydi de, ben de ona, daha önümüzde uzun yıllar var, aşık da olacaksın, yarin elini de tutacaksın, hatta bıkacaksın, dediydim. Gülmüştük uzun uzun. ‘Gül de veririm değil mi? Ama gazeteye sarmam, gazetelerden kan akıyor oluk oluk, beyaz kağıt bulurum’ dediydi sonra. Yarini de astılar. Gülünü de. Gazeteleri asmadılar bir tek. Temiz olan her şeyi astılar. Mezarlarda biten güller var ya, onlar yare verilememiş güller. Börtü böcek onları da kemirmez, saygı duyar.
Sustu Nezir.  Dikkat kesildi. Başını ani hareketlerle bir sağa bir sola çevirdi. Yeniden sağa çevirdiğinde yüzünü buruşturdu. Elleriyle kulaklarını kapattı. Elif’le Metin’de, Nezir’ in baktığı yöne bakarak ve soluklarını tutarak onun gördüğünü görmeye ve duyduğunu duymaya çalıştılar. Nezir, dizlerini karnına doğru çekmiş, elleri kulaklarında, başını dizlerinin arasına gömmüş, bağırmaya başlamıştı:
“Geldiler işte, gene geldiler. Hepimizi öldürecekler.”
Elif, Nezir’ e doğru yönelmişken Metin tuttu kolundan. Başıyla işaret etti, ‘dokunma’ diye.
Nezir sanki etrafında kendisine saldıranlar varmış gibi kendisini korumaya çalışıyordu. Görünmeyen birilerini itiyor, arada yumruk sallıyordu.

Meydana bakan ne kadar bina varsa hepsinin çatısından ateş ediliyordu. Yağmur gibi yağıyordu boş kovanlar. İnsanlar panikle her yöne kaçışıyorlardı. Bir kısmı vurulup, bir kısmı birbirine çarparak düşüyordu. Kalkanlar, kalkamayanlar, ezilenler, toz duman, silah seslerine karışıp uğultuya dönen çığlıklar… Kulak zarları zorlanmaya başlamıştı Nezir’ in. Bir çocuk gördü yerde. Boş kovanları topluyor, topladıklarını cebine koyuyordu. Seslendi çocuğa, “kaç oradan” diye. Sesi vuruldu, düştü, ulaşamadı çocuğa. Fırladı yerinden, koşmaya başladı. Çocuğa ulaştığında silah sesleri susmuştu. Derin bir sessizlik çöktü toz dumanın üstüne, o da çöktü. Çocuğun elindeki ve cebindeki bütün kovanları aldı, attı. İki kişi gördü, nerdeyse üst üste yıkılmışlardı. Bir kısmı altta kalmış pankartı “Tam bağımsız Türkiye” yazısı okunacak şekilde üstlerine örttü. Çocuğun elini tuttu sıkı sıkı bayır yukarı yürümeye başladılar.

Sırtını dayadığı duvarın az ötesindeki kapı pervazının dibine uzandı Elif. Parmaklarını pervazın dibine, yere sürdü. Metin’e uzattı elini sonra. “Yine ağaç kurtlarıydı, duydum kemirme seslerini” dedi.
Metin, dertop olmuş Nezir’ i oturduğu mindere yatırmaya çalıştı. O kadar kasılmıştı ki epeyce uğraşması gerekti. Sonunda başardı, üstünü de örttü.
“Çok yoruldu”, dedi Metin, yerine otururken. “Nasıl bir dönemden geçtik? Sadece bedenlerimize değil, hücrelerimize kadar işkence gördük sanki. Fiziki işkencenin izi geçiyor zamanla da hücrelerimize işlemelerinin bedeli ağır oldu. Çocuklarımız bile bedel ödüyorlar.”

“Kuzey gibi!..Nezir’ in annesi,”Acıya alışılmıyor, sadece tecrübe kazanılıyor” demişti, haklıymış.”
“İnsanın yenilgilerinin, acılarının, kaybettiklerinin toplamı tecrübe. Mutluluğun tecrübesi yok!
“Neyse, biz de yorulduk, bir çay demleyim ben.”
“İstersen çayı bizde içelim. Annem oturuyordur daha.”
“Olur ama önce dükkana uğramam lazım. Kuzey’ i alacağım. Gece korkar.”


4… Konuşulanlar dağılmadan birikmeye başlamıştı üst üste.


“Anneni kahrından öldüren Yusuf’ un asılması değildi kızım. En yakınları elini eteğini çekti. Kardeşleri bile uğramaz, telefonlara çıkmaz oldu. Ben kendi kulağımla duydum, enişten, “ne halt etmiştir kim bilir, durduk yerde asmazlar adamı” demişti cenazede. “
“Bilmem mi Rezzan Abla. Annemi toprağa verdiğimiz zaman lütfen camiye geldiler. Ne mezarlığa ve ne de sonrasında eve uğramadılar bile.”
“Sandığı duruyor mu?”
“Sandığa doldurduğu Yusuf’ un öteberisini dağıttım hep. Sandığı da eskiciye verdim. Ağaç kurtları delik deşik etmişti zaten. Sadece tülbendine itinayla yerleştirdiği tavandan dökülen badana parçalarını sakladım. Hani, hep derdi ya, ‘Yusuf’umun sözleri de gözleri de bu badanada’ diye, onları işte. Kadife kaplı şeker kutusuna koydum, yatağımın başucunda, şifonyerin üstünde duruyor”
Konuşulanlar dağılmadan birikmeye başlamıştı üst üste. Küflenmiş limon kokusu geldi burnuna Metin’in. Kalktı camı açtı. Başını dışarı uzatıp derin derin nefes aldı. Sokaktan ağır ağır geçen, arada sanki izlenip izlenmediğini anlamak ister gibi dönüp arkasına bakan köpeği izledi gözden kaybolana kadar. Babasının dükkânına takıldı köpeğin ardına takılan bakışları geri dönerken. Baktı uzun uzun. O karanlıkta dükkânın içinde sandalyeye oturmuş babasının işini bitmesini bekleyen, kısa pantolonlu, saçları ıslatılarak zorla yana yatırılmış, elindeki pamuk şekerini yüzüne bulaştırmamak için dikkatle yemeye çalışan çocuğu gördü. Gülümsedi. Yüzüne yakışmış gülümsemeyle döndü odaya.
“Hasan ağabey bu ay mı boşaltacak anne bizim dükkânı?”
“Önümüzdeki aya sarkacakmış galiba oğlum.”
“Elif, dükkân boşalınca sen taşınsana bizim dükkâna. Tam dört yol ağzında. Çok işlek de burası, biliyorsun. Senin dükkân biraz sapa kalıyor sanki. Hem eve de yakın. Bence hiç düşünme, Hasan ağabey çıkar çıkmaz taşın.”
Elif, yüzünde odaya yeni gelmiş ve söylenenlerin son birkaç kelimesine yetişmiş, konuyu anlamaya çalışan bir ifadeyle, gözlerini kısarak baktı Metin’in yüzüne.
Telefonun sesi üçünü de irkiltti, geceye döndüler.
“Bu saatte, hayırdır?” dedi Rezzan.
Elif, çantasından aceleyle telefonunu çıkardı. Ekrana şaşkınlıkla bir süre baktıktan sonra aceleyle açtı.
“Kuzey’e bir şey mi oldu?” derken sesi kısık ve ürkekti. “Yok, hepsi yapıldı. Okula başlayana kadar başka aşısı yok.”dedi. “Kuzey’le konuşayım, iki dakika, lütfen!”
Telefon kapandı. Kuzey hızla binlerce kilometre uzağa gitmişti yine.
            “İneyim aşağı ben. Kuzey yalnız, uyanırsa korkar!”

5… İlk isyan o gece çıktı koğuşta, biliyor musunuz?”


(Duvardaki takvime baktı,) 2 Nisan’ı buruşturup bıraktı kül tablasının içine. Balkona çıktı. Sokaktaki tüm evler apartman olmuştu ve mevsimler anlaşılmasın diye bütün ağaçlar kesilmişti.
Mandalinayı budamakta yine geç kalmıştı işte, tomurcuğa durmuştu. ‘Yine taşıyamaz bu kadar mandalinayı, döker’ diye geçirdi aklından. Sardunyaların topraklarını kabarttı, mor salkımın kurumuş ince dallarını kırdı. Maydanozlar toprağı delip çıkmıştı ama filizler tohumları atamamıştı henüz. Başlarında şapka, boynu bükük insanlara benzetti onları.

“Volta atarken bir ayrık otu bulmuş Yusuf, köklüymüş. Koğuşa getirdiydi. Remzi vardı, tahliye olduğunda postallarını bırakıp gittiydi. Her şeyini bırakıp gittiydi aslında, adettendir. Ayrık otunu ekecek bir şey aradık bulamadık, Remzi’ nin postalının tekine yerleştirdik güzelce. İçini doldurana kadar, tüm koğuş, havalandırmadan cebimizde toprak taşıdık günlerce. Gündüzleri camın önüne koyardı otunu güneş alsın diye. Yatarken de ranzasının altına… Gece, uyuyana kadar fısır fısır konuşurdu onla.
Bir gece aramasında gördü Medet iti ranzanın altında postalı. Bi tekmede devirdi, ayrık otunu da ezdi ayağıyla. İlk isyan o gece çıktı koğuşta, biliyor musunuz?”

Begonyanın dibinde biten yabani otlara hiç dokunmadı Elif.
Kuzey, balkonun güneş alan sol köşesinde, yerde yuvarlanıp duruyordu keyifle.
Çöpe atılacakları toparladı. Mutfağa yönelmişken üst üste, ısrarla çalan zil sesi salonun ortasında durdurdu. Elindeki çöplerle açtı kapıyı. Nezir, elleri kapının kolunu sımsıkı kavramış şekilde kapıyla birlikte girdi içeri. Kapının kolunu bırakınca da dizlerinin üstüne çöktü.
Elif kapıyı kapatırken Nezir’ in gözlerindeki ışıltıyı fark etti, ürktü. Yüzünde de tuhaf bir gülümseme vardı.
“Öldürdüm onu!”
Ayağında ılık bir şeyin gezindiğini hissetti Elif, eğilip baktı, kandı. Nerden geldiğini anlamaya çalıştı. Elindendi. Kuru dalları sıkmış olmalıydı. Ellerini gevşetmeye çalıştı ama beceremedi, kilitlenmişti.
“Demiştim değil mi sana, öldüreceğim onu diye.”
“Nasıl?..Nerde?”
Zorla çıkmıştı ağzından sorular. Nezir’ e ulaştığından emin olmak için dikkatle izledi tepkisini Elif.
“Yakaladım onu sonunda. Aksaray’da kocaman bir market açıldı ya, onun duvarına dayamış sırtını oturuyordu. Pişkin pişkin gülümsüyordu. Eve getirdim. Sabaha kadar yalvardım. Pişman olduğunu söyleseydi asmayacaktım ama söylemedi. Tek kelime etmedi.”
Elif, ellerinin gevşediğini hissetti. Kuru dallar, yapraklar döküldü yere. Eli kanamaya devam ediyordu. Ellerini kaldırıp açarak boş boş baktı.
Kapı zili çaldı. Ellerindeki boş bakışlar kapıya yöneldi ve boşa çıkan ellerini arkasına sakladı Elif.
“Geldiler, polisler geldi, beni alacaklar” dedi Nezir. Sakindi.
“Elif, benim!”
Kapıya koştu Elif, açtı. Metin’di.
“Dün gece netleştirmedik şu dükkân…”
Cümlesini bitiremedi.
“Nezir. Ne işin var senin burada? Neler oluyor Elif?”
“Onu öldürmüş.”
Nezir ayağa kalktı. Bacaklarını sıvazlayarak pantolonunu düzeltti. Parmaklarıyla uzun saçlarını taradı sonra.
“Yusuf’ un ayakucuna gömeceğim onu. Eğer gömemeden yakalanırsam siz gömün!”
Metin  evin kapısını kapattı hızla.


6… İlk defa Yusuf’ u gördüm rüyamda.


“Kapıyı da açık bırakmışsın Nezir”
Arabada, elleri bacaklarının arasında, başı öne eğik tek kelime konuşmadan oturan Nezir, başını kaldırıp eve baktı.
“Anahtarı bulamadım. Bir daha eve giremem diye açık bıraktım işte”
İndiler arabadan. İçeri girdiler. Holdeki, küçük odaya açılan kapının solundaki gazete yığını devrilmişti.
“Nerde?”
Başıyla küçük odayı işaret etti Nezir.
“Siz durun burada.”
Metin yere saçılmış gazeteleri ayağıyla yana iterek kapıyı araladı, içeriye girdi. Tavanın ortasından, avizenin asılı olması gereken yerden sarkan ipin ucunda bir vitrin mankeni sallanıyordu…
Holden Nezir’ in sesi geliyordu.
“Bütün gece oturdum. Sabaha karşı içim geçmiş. İlk defa Yusuf’ u gördüm rüyamda. Yağmur yağıyordu şakır şakır. Taksim Meydanı’nda, bir şemsiyenin altında gül veriyordu güzel bir kıza. Bembeyaz bir kâğıda sarmıştı ıslanmasın diye. Öyle mutluydu ki…